11 Ocak 2017 Çarşamba

Rahat olun! Noel Baba, “Nuri Baba” olunca eve kapıdan girecek (BirGün Gazetesi Pazar Eki - 1 Ocak 2017)



Bugün yeni yılın ilk günü ve türlü melanetlerle geride bıraktığımız bir yıl daha bitti. Aklım erdiği zamanlardan beri, bu “yeni yıla başlama” durumunun bazı anıların yedeğinde ve takvimsel bir başlangıçtan öte benim için ifade ettiği bir anlama hiç rastlamadım. Zaten buna benzer anlamsızlıklar nedeniyledir ki, Aralık ayının son haftası geldiğinde bazılarının iddia ettiği gibi ne Noel’i ne de İsa’nın doğumunu kutlamak da hiçbir zaman aklıma gelmedi. Sağ olsun o bazılarının dedeleri yakın çevremizde bir tek Hıristiyan bırakmadığı için etrafta, komşularda kutlayanı da görmedim. Dahası çocukken 31 Aralık gecesi olduğunda TV karşısında tombala oynayıp, meyve ve mısır patlağı yemenin Hıristiyanlık ya da İsa’yla ilgisini, o günlerden bugüne henüz kurmayı da başaramadım; bir ilişki olduğunu iddia edenlere de hep hayret ettim.

Ancak şimdilerde düşününce anımsıyorum, 1970’lerin sonları ve 80’lerin ilk yıllarında geçen çocukluğumda yaşadığımız mahallelerde yılbaşı mefhumuna mesafeli duran, “koyu dinci” olarak adlandırılanlar da vardı ama onlardan hiçbiri aklından geçenleri ulu orta söyleme, komşularının evindeki fakir çilingir sofralarına homurdanma konusunda bugünküler kadar hadsiz, hoyrat ve iştahlı değildi. Onlardan kimsenin Noel Baba bıçakladığına da şahit olmadım. Gösteri çağı çok uzaktaydı, fotoğraf paylaşacak ortamlar da yoktu; dolayısıyla sadece o kareleri paylaşmak için eylem yapmak kimsenin aklına gelemezdi. Nitekim ahalinin o zamanlar yılbaşı ile ilgili en temel meselesi, “büyük ikramiye”nin kime/kimlere vuracağı ve gece saat 12’den sonra ekrana dansöz çıkıp, çıkmayacağıydı. Neticede büyük ikramiye birkaç kişiyi sevindirir; insanlar o şanslı kişilerin “fakir olmasını” temenni eder; geriye kalan milyonlara da aile ile birlikte geçirilen sıcak bir gecenin eğlencesi kalırdı.

Yıllar geçip de kültürel kimlikler çağı gelip çattığında, o “mülayim” sayılan komşular giderek çoğalmaya, mülayimliklerinin aslında ince bir sıvadan ibaret olduğu görülmeye ve sesleri de artık daha gür çıkmaya başladı. Ne olduysa artık, birden milletin iradesine geçmiştik. 70-80’li yıllarda “bir büyüksüz” sofraya oturmayan bazı amcalar bugün hidayete erip “akıl” dağıtırken, onların çocukları da (post)modern poiesis’ler olan milli ve manevi değerlerin peşine düşmüşlerdi. Fakat ilginçtir, kimsenin kapitalizmin ekonomik yönüyle büyük bir problemleri yoktu; zaten olmadığı için de kültürel kodlardan hareketle bu yeni yıl döngüsünü Hıristiyan Noel’iyle eş tutup karşı taarruza geçiyorlardı. Hâlbuki bu ülke için yılbaşı, esasen, Noel ve Hıristiyanlıktan ziyade, estetik ve moral düzeyinde başarılamayan “Avrupaî olma”nın, (tıpkı pek çok alanda olduğu gibi) başka ve daha kolay bir yoldan, yani simgesel bir biçimde gerçekleştirilmeye çalışılmasıydı.  Bu tavrın herhangi bir din ile hiç ilgisi yoktu ama sınıfsal özelliği mevcuttu. Çünkü varlıklılar için her gün bayramdı; böylesi bir gece ise onlar karşısında eksiklenen sıradan insanların kendi hayatlarına senede bir gün bile olsa renk/eğlence katma isteğini yansıtıyordu. Alışkanlık haline gelmiş bir üst sınıf öykünmesiydi.

Burada gayet haklı bir “masumiyet” saklı olsa da ne yazık ki renk ve heyecanın büyüklüğünü, yine maddi imkânlar belirliyordu. Böylece yılbaşı artık, insana özgü olan “hatırlanmanın”, bir hediye paketine iliştirilip maddileştirilerek hastalıklı bir beklentiye dönüştüğü, her türlü metanın “yeni yıl” sloganıyla pazarlanıp satıldığı, bunun da tüketim çarklarını hızlandırıp o “kutsal anı” kapitalizmin önemli ibadet günlerinden biri haline getirdiği bir şekle büründü. Öyle ki, bir insandan duyulması gereken “seni seviyorum” cümlesi, hediye eşliğinde gelen plastik bir gülden duyulunca daha fazla heyecan uyandırmaya, etki yaratmaya başladı. Duygular, hisler vb. maddileştiği oranda mekanikleşiyordu. Böylelikle seneler içinde Türkiye’nin tüketim toplumu basamaklarında epeyce yukarılara tırmanmış olduğu gerçeğini artık umursayan da kalmayacaktı. Enteresan olan ise bütün bunlar olurken birileri yine Noel Baba üzerinde tepiniyor, onu sünnet ediyor, başına silah dayıyor ve bunların tümünü de “maneviyat adına” yapıyordu.

Öte yandan 16 yıldır televizyon izlemediğim için bugünlerde insanların ekranlarda verdiklerini düşündüğüm “yeni yıl mesajları”ndan da haberim yok. Sadece, bir yıldan ve oldukça farazî biçimde “kutuplardaki penguenler için” bile hâlâ mutluluk, sağlık ve barış isteyenlerin olup olmadığını merak ediyorum. Hatta 30 yıl öncenin sokak röportajları yayınlansa acaba değişen temel bir cümle var mıdır, bilemiyorum ama sanmıyorum. Çünkü Dünya’nın “en yalancı” ve peşi sıra “insanların birbirlerine en az güvendiği” ülkeleri sıralamasında sürekli üst basamaklarda yer almak kolay değil. Belli ki koca bir kitle, belki de “olmayacağını” bile bile “bir ihtimal bu yıl daha iyi geçer” temennisiyle bulduğu her mecrada totem yapmakla, yeni yılı da bu işe vesile etmekle meşgul. Diğer taraftan bu aslında, nasıl bir çaresizlik, sıkışmışlık içerisinde yuvarlandığımızın, karşımıza çıkan her durumdan “çare” talep ediyor olmanın da hüzünlü bir göstergesi.

Tabi insanların olduğu gibi medyanın da derin (ve bilhassa ahlâki) problemleri var ve onlar özellikle böyle dönemlerde (resmî dildeki karşılığıyla “devlet ve milletçe kenetlenmemiz gereken günlerde”) mutluluk ve umut yaymak zorundalar. Ne de olsa 2015 verilerine göre “en mutlu ülkeler” listesinde ancak 76. basamakta kendimize yer bulmamız “bizi çekemeyenlerin” oyunu, Batılı araştırma şirketlerinin pis bir komplosu. Çünkü araştırmayı TÜİK yapınca ülkenin yarıdan fazlası “mutlu”, dörtte üçü de geleceğe dair “umutlu” çıkıyor. Dolayısıyla bizim bu “mutlu” kitleyi çarşıda, pazarda, mahallede ya da iş yerinde göremememiz hiçbir anlam ifade etmiyor. Matematiğin kesinliğinin insan kitleleri üzerinde aynı ifadeye sahip olmadığını, istatistiğin elastikiyetini anlatacak insan da azaldı.

Oysaki çevresine dikkatlice göz gezdiren herkes insanların nasıl da güvensiz, umutsuz, belirsizlik içinde ve kaygı dolu olduklarını rahatlıkla görebilir. Son yıllarda birçok kişi gelecek kaygısıyla ülkeyi terk etti, kolayca tahmin edileceği üzere milyonlarcası da (sanki tüm dünya işi gücü bırakmış bizi bekliyormuş gibi) “nereye olursa olsun; ne yaşayacaksa yaşasın” ilk fırsatta bırakıp gitmeyi düşünüyor. Zira etrafımızdaki pek çok insan bu yaşananlar ve kendi kişisel deneyimleri sonucunda geleceğe dünden daha kötü bakıyor. Nasıl bakmasınlar ki? Ülkenin bilhassa son 1,5 yılda içine düştüğü vaziyet, ölümler, çatışmalar, patlamalar, linçler, darbe girişimi, tutuklamalar, bireye yönelik suçların artması, hayat pahalılığı, İslâmcı politikalar neticesinde gelinen nokta, türlü baskılar, medyanın, parlamentonun ve siyasetin şu hâli fazlasıyla ortada. Hatta bu baskı politikalarından hoşnut olan kesimlerin bile huzurunun olmadığı iddia edilebilir. Herkes için kötü olan ise, yeni bir yılın gelmesinin bu konularda bir iyileştirme yaratmayacağının iyice bilinmesi ama temenni tabi ki parayla değil.

Öte yandan yeni yıla dair en eski simgelerden birisinin de piyango bileti almak olduğu söylenebilir. Başka şans oyunları çıkana kadar rakipsiz olan piyango biletleri, sonrasında tahtını diğerlerine bırakmak zorunda kalsa da, bugün piyango biletlerinin yılbaşı ikramiyesi dışında yaygın satışı yok. O da zaten sadece ve bir kesimde hoş bir nostalji olarak varlığını sürdürüyor. Keza biletin nostaljisinden ziyade ikramiyesiyle ilgilenen daha genç kesimler bu hafta Twitter’da #BuYıl60MilyonBanaÇıkarsa başlığıyla açılan bir hashtag’e yüklenmişler; binlerce kişi bu parayla gerçekleştirmeyi plânladığı düşlerini yazmış. Şöyle bir göz gezdirdiğinizde, sadece basit beklentilerle değil, paranın yarattığı hayal dünyasıyla da karşılaşıyorsunuz. Aslında bütün bunlar, tüm beklentilerin maddi imkânlarla elde edildiği ve onunla sınırlı olan bir yaşam için anlaşılabilir bir durum; burada ilgi çekici olan ise aynı kişilerin maddî beklentiler ile manevî kaygıları hiçbir çelişki hissetmeden aynı bedende, benzer motivasyonlarla taşıyor olmalarında yatıyor. Hâlbuki hiçbir semavi din zenginliği yüceltmiyor; bilakis az ile yetinmeyi, geçici olan maddi dünyanın zevklerine aldanmamayı, lüksten ve gösterişten kaçınmayı, tutumlu olmayı, nefs ile mücadeleyi vb. öngörüyor. Hâlbuki bu sosyal medya ortamlarında “fakirlere dağıtması adına 60 milyonun kendisine çıkması” için “Allah’tan yardım” dileyenlere bile rastlıyorsunuz. Sanki bundan öncekiler çıkan ikramiyeyi dağıtmış gibi, bunlar da fakirleri aracı yapıp, Allah nezdinde şanslarını deniyorlar.

Dahası ben bu satırları yazarken web ortamına bir ilçe müftüsünün yaptığı veciz açıklama düşüyordu. 7 dakikalık konuşmasında defalarca “bizim kültürümüzde yok” cümlesini kullanarak hepimizi ziyadesiyle ikna eden Müftü, Noel Baba’nın “düzgün bir şahsiyet olsa eve kapıdan gireceğini” hiçbir ironi yapmadan ve inanarak söylüyordu. Kafada en ufak bir şüphe bırakmamak için ayet ve hadislerle de desteklenen konuşmadan bize geriye kalan hisse: Dinimizde ve kültürümüzde “eve kapıdan girmenin” makbul görüldüğü, diğer alternatiflerin olmadığıydı. Tabi yeryüzündeki hangi kültürde eve “camdan/bacadan” girildiği, buralardan evlere girmenin neden ve nasıl mümkün olabileceği? gibi beyin yakan sorular hep havada kaldı. Zaten mevzu eve nasıl girileceği de değildi. Müftü görevini yaptı, insanları “günaha” girmekten kurtardı. Bizler de sürekli ve her mecrada “kültürümüzde olmayanları” öğrenmenin bıkkınlığıyla baş başa kaldık.

Diğer yandan son yıllarda her yeni yıl yaklaştığında okullar ve öğretmenlerin üzerinde de ayrı ayrı baskılar oluşmaya da başladı. Eskiden yeni yıl geldiğinde sınıflarda sergilenen panolar, derslerde yapılan resimler de geçmişe nazaran yok denecek kadar azalmış durumda. Tanıdığım öğretmenlerden bazıları hem okul yönetimi hem de velilerin korkusuyla çocuklara yeni yıl resmi çizdirmekten bile çekindiklerini söylüyorlar. Çünkü okul yönetimlerine gelen resmî yazılarda bu tür etkinliklere asla izin verilmemesi tembihleniyor. Hatta bu yazılardan birisi tam da şöyle: “Müdürlüğümüze şifahi olarak bildirilen şikâyetlerden anlaşıldığı üzere; mevzuat dışı, ders ve sosyal etkinliklerle alakası olmayan, değer yargılarımızdan uzak, bazı kutlamalar için öğrencilerin özendirildiği ve öğrencilere yönlendirmeler yapıldığı bilgileri ve şikâyetleri gelmektedir. Dönem ve yıl sonu olması nedeniyle dersleri engelleyecek, öğrencileri farklı alışkanlıklara ve olumsuz davranışlara sevk edebilecek ya da özendirebilecek, eğlence, şans oyunu, çekiliş ve yılbaşı adı altında öğrencileri ekonomik durumlarına göre farklı algılara sokabilecek (yılbaşı hediyeleşmesi, çam süslemesi, Noel baba figürü vb.) milli ve manevi değerlerimizden uzak etkinliklerin yapılmaması ve bir aksaklığa mahal verilmemesi…” Buradan da anlamaktayız ki, onca din dersine, dini eğitime ayrılan bütçeye, kitle iletişim araçlarının hükümranlığına, benzerliğin meşruluğuna, çevredeki onca “imanlı” kişiye rağmen korku dağları bekliyor.

Sonuç olarak Batılı tarzda bir modernleşme çabasından, Doğulu İslâmcılık politikalarına geçildiğinden beridir yılbaşı ve onun etrafındaki kültürel alanın, bir mücadele nesnesine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Bu mücadelenin büyük yükünü dün olduğu gibi bugün de ideoloji çekiyor. Keza bu yılbaşı meselesinde olduğu gibi, yaşadığımız benzer mevzulardaki ideolojik fonksiyonu mütemadiyen İslâmcılık üstlenmekte. Çünkü günümüz İslâmcılığı, düşünce ile gerçek hayat arasını mistifike ederek dolduracak fikirler kataloguna yeterince sahip ve bu özelliği aracılığıyla hem tutarsızlıkları olabildiğince gizlemeye meyilli hem de onları hayatın sıradanlığı içinde kaybetme konularında fazlasıyla maharetli. Böylelikle geçen zaman içerisinde iyiden iyiye paraya yaklaşan, yaklaştıkça meta fetişizmine gömülenler için israf artık ihtiyaca, nefs kontrolü de “Allah affetsin” ile basitçe geçiştirilecek bir hususa dönüşmüş durumda. Artık dünyevî hazlar helâlleştirilerek tüketim sistemine entegre olunuyor ya da bir grup genç “öze dönme” iddiasıyla “demokratik” tepkilerini Noel Baba’nın başına silah dayama “etkinliği” ile yapıyorlar. Dolayısıyla bu “etkinliğin” önünde sergilendiği AVM ve onun her türlü insan ilişkisinin içini boşaltan tüketim kültürüyle hiçbir problemleri yok. Çünkü kuvvetle muhtemel bu gençlerin boş zamanlarının büyük bir kısmının ibadetle geçtiğini söylemek zor, ihtimal dâhilindedir ki, o AVM’de ve (zaman da dâhil) her çeşit metayı tüketmekle vakit harcıyorlar.

Bu nedenle, son yıllarda yaşanan ve içerisinde şiddet potansiyeli taşıyan yılbaşı karşıtı tepkilerin özünde öncelikle bu kültürel durumu kamusal alanın dışına sürmek, özel alanlarla sınırlayıp onun içerisine hapsetmek yatıyor. Böylece göz önünden uzaklaştırılacak, “yok” sayılacak, “ayıplı” bir hâle getirilecek. Tıpkı alkol kullanımı, kadın bedeni ve cinsellik ile ilgili konularda verilen benzer tepkilerde olduğu gibi. Zira İslâmcılık sadece kamusal alana hükmetmeye talip değil, oradaki “ölçüt belirleme” hakkına da sahip olmak istiyor. Yani mesele Noel Baba maketi parçalamak değil, onu sünnet eden usturayı tutma hakkını meşru biçimde elinde bulundurmakta yatıyor.

Bu gerçekleşirse inanıyorum ki, Noel Baba rahatlıkla Nuri Baba’ya dönüşebilir. Orta Asya Türklerinin eski geleneklerindeki “yıl döngüsü” kutlamaları, yaratılarla dolu hayatımıza ve bu kez daha büyük bir gürültüyle yeniden teşrif edebilir. Ve aynı kitle bunların hiçbirine yabancı kalmadan Aralık sonunda değil Mart ortalarında yeni yıl hediyesi bakmaya, kıyafetler almaya, günler öncesinden hangi kanala takılacağını düşünmeye, dükkân/ev süslemeye vb. başlayabilir. O gece geldiğinde de “şükür namazı” ertesinde kola ve ayranla dolu sofralarda yemeğe oturup, bu güzel geleneği yeniden yaşatmış olmanın ruhsal hazzıyla dolabilir. Çünkü buradaki asıl sıkıntı, yılbaşını ortadan kaldırmakta değil, onun yerine koyacak ağırlıkta bir “helâl tüketim” gününü henüz bulamamakta saklı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder