Bugün
yeni yılın ilk günü ve türlü melanetlerle geride bıraktığımız bir yıl daha
bitti. Aklım erdiği zamanlardan beri, bu “yeni yıla başlama” durumunun bazı
anıların yedeğinde ve takvimsel bir başlangıçtan öte benim için ifade ettiği
bir anlama hiç rastlamadım. Zaten buna benzer anlamsızlıklar nedeniyledir ki, Aralık
ayının son haftası geldiğinde bazılarının iddia ettiği gibi ne Noel’i ne de
İsa’nın doğumunu kutlamak da hiçbir zaman aklıma gelmedi. Sağ olsun o
bazılarının dedeleri yakın çevremizde bir tek Hıristiyan bırakmadığı için etrafta,
komşularda kutlayanı da görmedim. Dahası çocukken 31 Aralık gecesi olduğunda TV
karşısında tombala oynayıp, meyve ve mısır patlağı yemenin Hıristiyanlık ya da
İsa’yla ilgisini, o günlerden bugüne henüz kurmayı da başaramadım; bir ilişki
olduğunu iddia edenlere de hep hayret ettim.
Ancak
şimdilerde düşününce anımsıyorum, 1970’lerin sonları ve 80’lerin ilk yıllarında
geçen çocukluğumda yaşadığımız mahallelerde yılbaşı mefhumuna mesafeli duran, “koyu
dinci” olarak adlandırılanlar da vardı ama onlardan hiçbiri aklından geçenleri ulu
orta söyleme, komşularının evindeki fakir çilingir sofralarına homurdanma konusunda
bugünküler kadar hadsiz, hoyrat ve iştahlı değildi. Onlardan kimsenin Noel Baba
bıçakladığına da şahit olmadım. Gösteri çağı çok uzaktaydı, fotoğraf paylaşacak
ortamlar da yoktu; dolayısıyla sadece o kareleri paylaşmak için eylem yapmak
kimsenin aklına gelemezdi. Nitekim ahalinin o zamanlar yılbaşı ile ilgili en
temel meselesi, “büyük ikramiye”nin kime/kimlere vuracağı ve gece saat 12’den
sonra ekrana dansöz çıkıp, çıkmayacağıydı. Neticede büyük ikramiye birkaç
kişiyi sevindirir; insanlar o şanslı kişilerin “fakir olmasını” temenni eder;
geriye kalan milyonlara da aile ile birlikte geçirilen sıcak bir gecenin
eğlencesi kalırdı.
Yıllar
geçip de kültürel kimlikler çağı gelip çattığında, o “mülayim” sayılan komşular
giderek çoğalmaya, mülayimliklerinin aslında ince bir sıvadan ibaret olduğu
görülmeye ve sesleri de artık daha gür çıkmaya başladı. Ne olduysa artık, birden
milletin iradesine geçmiştik. 70-80’li yıllarda “bir büyüksüz” sofraya
oturmayan bazı amcalar bugün hidayete erip “akıl” dağıtırken, onların çocukları
da (post)modern poiesis’ler olan
milli ve manevi değerlerin peşine düşmüşlerdi. Fakat ilginçtir, kimsenin kapitalizmin
ekonomik yönüyle büyük bir problemleri yoktu; zaten olmadığı için de kültürel
kodlardan hareketle bu yeni yıl döngüsünü Hıristiyan Noel’iyle eş tutup karşı taarruza
geçiyorlardı. Hâlbuki bu ülke için yılbaşı, esasen, Noel ve Hıristiyanlıktan
ziyade, estetik ve moral düzeyinde başarılamayan “Avrupaî olma”nın, (tıpkı pek
çok alanda olduğu gibi) başka ve daha kolay bir yoldan, yani simgesel bir
biçimde gerçekleştirilmeye çalışılmasıydı. Bu tavrın herhangi bir din ile hiç ilgisi
yoktu ama sınıfsal özelliği mevcuttu. Çünkü varlıklılar için her gün bayramdı;
böylesi bir gece ise onlar karşısında eksiklenen sıradan insanların kendi hayatlarına
senede bir gün bile olsa renk/eğlence katma isteğini yansıtıyordu. Alışkanlık
haline gelmiş bir üst sınıf öykünmesiydi.
Burada
gayet haklı bir “masumiyet” saklı olsa da ne yazık ki renk ve heyecanın
büyüklüğünü, yine maddi imkânlar belirliyordu. Böylece yılbaşı artık, insana
özgü olan “hatırlanmanın”, bir hediye paketine iliştirilip maddileştirilerek hastalıklı
bir beklentiye dönüştüğü, her türlü metanın “yeni yıl” sloganıyla pazarlanıp
satıldığı, bunun da tüketim çarklarını hızlandırıp o “kutsal anı” kapitalizmin
önemli ibadet günlerinden biri haline getirdiği bir şekle büründü. Öyle ki, bir
insandan duyulması gereken “seni seviyorum” cümlesi, hediye eşliğinde gelen
plastik bir gülden duyulunca daha fazla heyecan uyandırmaya, etki yaratmaya
başladı. Duygular, hisler vb. maddileştiği oranda mekanikleşiyordu. Böylelikle seneler
içinde Türkiye’nin tüketim toplumu basamaklarında epeyce yukarılara tırmanmış
olduğu gerçeğini artık umursayan da kalmayacaktı. Enteresan olan ise bütün bunlar
olurken birileri yine Noel Baba üzerinde tepiniyor, onu sünnet ediyor, başına
silah dayıyor ve bunların tümünü de “maneviyat adına” yapıyordu.
Öte
yandan 16 yıldır televizyon izlemediğim için bugünlerde insanların ekranlarda
verdiklerini düşündüğüm “yeni yıl mesajları”ndan da haberim yok. Sadece, bir
yıldan ve oldukça farazî biçimde “kutuplardaki penguenler için” bile hâlâ
mutluluk, sağlık ve barış isteyenlerin olup olmadığını merak ediyorum. Hatta 30
yıl öncenin sokak röportajları yayınlansa acaba değişen temel bir cümle var
mıdır, bilemiyorum ama sanmıyorum. Çünkü Dünya’nın “en yalancı” ve peşi sıra “insanların
birbirlerine en az güvendiği” ülkeleri sıralamasında sürekli üst basamaklarda
yer almak kolay değil. Belli ki koca bir kitle, belki de “olmayacağını” bile
bile “bir ihtimal bu yıl daha iyi geçer” temennisiyle bulduğu her mecrada totem
yapmakla, yeni yılı da bu işe vesile etmekle meşgul. Diğer taraftan bu aslında,
nasıl bir çaresizlik, sıkışmışlık içerisinde yuvarlandığımızın, karşımıza çıkan
her durumdan “çare” talep ediyor olmanın da hüzünlü bir göstergesi.
Tabi
insanların olduğu gibi medyanın da derin (ve bilhassa ahlâki) problemleri var
ve onlar özellikle böyle dönemlerde (resmî dildeki karşılığıyla “devlet ve
milletçe kenetlenmemiz gereken günlerde”) mutluluk ve umut yaymak zorundalar.
Ne de olsa 2015 verilerine göre “en mutlu ülkeler” listesinde ancak 76.
basamakta kendimize yer bulmamız “bizi çekemeyenlerin” oyunu, Batılı araştırma
şirketlerinin pis bir komplosu. Çünkü araştırmayı TÜİK yapınca ülkenin yarıdan
fazlası “mutlu”, dörtte üçü de geleceğe dair “umutlu” çıkıyor. Dolayısıyla
bizim bu “mutlu” kitleyi çarşıda, pazarda, mahallede ya da iş yerinde
göremememiz hiçbir anlam ifade etmiyor. Matematiğin kesinliğinin insan
kitleleri üzerinde aynı ifadeye sahip olmadığını, istatistiğin elastikiyetini
anlatacak insan da azaldı.
Oysaki
çevresine dikkatlice göz gezdiren herkes insanların nasıl da güvensiz, umutsuz,
belirsizlik içinde ve kaygı dolu olduklarını rahatlıkla görebilir. Son yıllarda
birçok kişi gelecek kaygısıyla ülkeyi terk etti, kolayca tahmin edileceği üzere
milyonlarcası da (sanki tüm dünya işi gücü bırakmış bizi bekliyormuş gibi) “nereye
olursa olsun; ne yaşayacaksa yaşasın” ilk fırsatta bırakıp gitmeyi düşünüyor. Zira
etrafımızdaki pek çok insan bu yaşananlar ve kendi kişisel deneyimleri
sonucunda geleceğe dünden daha kötü bakıyor. Nasıl bakmasınlar ki? Ülkenin bilhassa
son 1,5 yılda içine düştüğü vaziyet, ölümler, çatışmalar, patlamalar, linçler, darbe
girişimi, tutuklamalar, bireye yönelik suçların artması, hayat pahalılığı, İslâmcı
politikalar neticesinde gelinen nokta, türlü baskılar, medyanın, parlamentonun
ve siyasetin şu hâli fazlasıyla ortada. Hatta bu baskı politikalarından hoşnut
olan kesimlerin bile huzurunun olmadığı iddia edilebilir. Herkes için kötü olan
ise, yeni bir yılın gelmesinin bu konularda bir iyileştirme yaratmayacağının iyice
bilinmesi ama temenni tabi ki parayla değil.
Öte
yandan yeni yıla dair en eski simgelerden birisinin de piyango bileti almak
olduğu söylenebilir. Başka şans oyunları çıkana kadar rakipsiz olan piyango
biletleri, sonrasında tahtını diğerlerine bırakmak zorunda kalsa da, bugün piyango
biletlerinin yılbaşı ikramiyesi dışında yaygın satışı yok. O da zaten sadece ve
bir kesimde hoş bir nostalji olarak varlığını sürdürüyor. Keza biletin
nostaljisinden ziyade ikramiyesiyle ilgilenen daha genç kesimler bu hafta
Twitter’da #BuYıl60MilyonBanaÇıkarsa başlığıyla açılan
bir hashtag’e yüklenmişler; binlerce kişi bu parayla gerçekleştirmeyi
plânladığı düşlerini yazmış. Şöyle bir göz gezdirdiğinizde, sadece basit beklentilerle
değil, paranın yarattığı hayal dünyasıyla da karşılaşıyorsunuz. Aslında bütün bunlar,
tüm beklentilerin maddi imkânlarla elde edildiği ve onunla sınırlı olan bir
yaşam için anlaşılabilir bir durum; burada ilgi çekici olan ise aynı kişilerin maddî
beklentiler ile manevî kaygıları hiçbir çelişki hissetmeden aynı bedende,
benzer motivasyonlarla taşıyor olmalarında yatıyor. Hâlbuki hiçbir semavi din zenginliği
yüceltmiyor; bilakis az ile yetinmeyi, geçici olan maddi dünyanın zevklerine
aldanmamayı, lüksten ve gösterişten kaçınmayı, tutumlu olmayı, nefs ile mücadeleyi
vb. öngörüyor. Hâlbuki bu sosyal medya ortamlarında “fakirlere dağıtması adına
60 milyonun kendisine çıkması” için “Allah’tan yardım” dileyenlere bile
rastlıyorsunuz. Sanki bundan öncekiler çıkan ikramiyeyi dağıtmış gibi, bunlar
da fakirleri aracı yapıp, Allah nezdinde şanslarını deniyorlar.
Dahası
ben bu satırları yazarken web ortamına bir ilçe müftüsünün yaptığı veciz
açıklama düşüyordu. 7 dakikalık konuşmasında defalarca “bizim kültürümüzde yok”
cümlesini kullanarak hepimizi ziyadesiyle ikna eden Müftü, Noel Baba’nın
“düzgün bir şahsiyet olsa eve kapıdan gireceğini” hiçbir ironi yapmadan ve
inanarak söylüyordu. Kafada en ufak bir şüphe bırakmamak için ayet ve
hadislerle de desteklenen konuşmadan bize geriye kalan hisse: Dinimizde ve
kültürümüzde “eve kapıdan girmenin” makbul görüldüğü, diğer alternatiflerin
olmadığıydı. Tabi yeryüzündeki hangi kültürde eve “camdan/bacadan” girildiği, buralardan
evlere girmenin neden ve nasıl mümkün olabileceği? gibi beyin yakan sorular hep
havada kaldı. Zaten mevzu eve nasıl girileceği de değildi. Müftü görevini
yaptı, insanları “günaha” girmekten kurtardı. Bizler de sürekli ve her mecrada
“kültürümüzde olmayanları” öğrenmenin bıkkınlığıyla baş başa kaldık.
Diğer
yandan son yıllarda her yeni yıl yaklaştığında okullar ve öğretmenlerin
üzerinde de ayrı ayrı baskılar oluşmaya da başladı. Eskiden yeni yıl geldiğinde
sınıflarda sergilenen panolar, derslerde yapılan resimler de geçmişe nazaran yok
denecek kadar azalmış durumda. Tanıdığım öğretmenlerden bazıları hem okul yönetimi
hem de velilerin korkusuyla çocuklara yeni yıl resmi çizdirmekten bile çekindiklerini
söylüyorlar. Çünkü okul yönetimlerine gelen resmî yazılarda bu tür etkinliklere
asla izin verilmemesi tembihleniyor. Hatta bu yazılardan birisi tam da şöyle: “Müdürlüğümüze
şifahi olarak bildirilen şikâyetlerden anlaşıldığı üzere; mevzuat dışı, ders ve
sosyal etkinliklerle alakası olmayan, değer yargılarımızdan uzak, bazı
kutlamalar için öğrencilerin özendirildiği ve öğrencilere yönlendirmeler
yapıldığı bilgileri ve şikâyetleri gelmektedir. Dönem ve yıl sonu olması
nedeniyle dersleri engelleyecek, öğrencileri farklı alışkanlıklara ve olumsuz
davranışlara sevk edebilecek ya da özendirebilecek, eğlence, şans oyunu,
çekiliş ve yılbaşı adı altında öğrencileri ekonomik durumlarına göre farklı
algılara sokabilecek (yılbaşı hediyeleşmesi, çam süslemesi, Noel baba figürü
vb.) milli ve manevi değerlerimizden uzak etkinliklerin yapılmaması ve bir
aksaklığa mahal verilmemesi…” Buradan da anlamaktayız ki, onca din dersine, dini
eğitime ayrılan bütçeye, kitle iletişim araçlarının hükümranlığına, benzerliğin
meşruluğuna, çevredeki onca “imanlı” kişiye rağmen korku dağları bekliyor.
Sonuç
olarak Batılı tarzda bir modernleşme çabasından, Doğulu İslâmcılık
politikalarına geçildiğinden beridir yılbaşı ve onun etrafındaki kültürel
alanın, bir mücadele nesnesine dönüştüğünü söyleyebiliriz. Bu mücadelenin büyük
yükünü dün olduğu gibi bugün de ideoloji çekiyor. Keza bu yılbaşı meselesinde
olduğu gibi, yaşadığımız benzer mevzulardaki ideolojik fonksiyonu mütemadiyen İslâmcılık
üstlenmekte. Çünkü günümüz İslâmcılığı, düşünce ile gerçek hayat arasını
mistifike ederek dolduracak fikirler kataloguna yeterince sahip ve bu özelliği
aracılığıyla hem tutarsızlıkları olabildiğince gizlemeye meyilli hem de onları hayatın
sıradanlığı içinde kaybetme konularında fazlasıyla maharetli. Böylelikle geçen
zaman içerisinde iyiden iyiye paraya yaklaşan, yaklaştıkça meta fetişizmine
gömülenler için israf artık ihtiyaca,
nefs kontrolü de “Allah affetsin” ile basitçe geçiştirilecek bir hususa
dönüşmüş durumda. Artık dünyevî hazlar helâlleştirilerek tüketim sistemine
entegre olunuyor ya da bir grup genç “öze dönme” iddiasıyla “demokratik”
tepkilerini Noel Baba’nın başına silah dayama “etkinliği” ile yapıyorlar.
Dolayısıyla bu “etkinliğin” önünde sergilendiği AVM ve onun her türlü insan
ilişkisinin içini boşaltan tüketim kültürüyle hiçbir problemleri yok. Çünkü
kuvvetle muhtemel bu gençlerin boş zamanlarının büyük bir kısmının ibadetle
geçtiğini söylemek zor, ihtimal dâhilindedir ki, o AVM’de ve (zaman da dâhil)
her çeşit metayı tüketmekle vakit harcıyorlar.
Bu
nedenle, son yıllarda yaşanan ve içerisinde şiddet potansiyeli taşıyan yılbaşı
karşıtı tepkilerin özünde öncelikle bu kültürel durumu kamusal alanın dışına
sürmek, özel alanlarla sınırlayıp onun içerisine hapsetmek yatıyor. Böylece göz
önünden uzaklaştırılacak, “yok” sayılacak, “ayıplı” bir hâle getirilecek. Tıpkı
alkol kullanımı, kadın bedeni ve cinsellik ile ilgili konularda verilen benzer
tepkilerde olduğu gibi. Zira İslâmcılık sadece kamusal alana hükmetmeye talip
değil, oradaki “ölçüt belirleme” hakkına da sahip olmak istiyor. Yani mesele
Noel Baba maketi parçalamak değil, onu sünnet eden usturayı tutma hakkını meşru
biçimde elinde bulundurmakta yatıyor.
Bu
gerçekleşirse inanıyorum ki, Noel Baba rahatlıkla Nuri Baba’ya dönüşebilir.
Orta Asya Türklerinin eski geleneklerindeki “yıl döngüsü” kutlamaları,
yaratılarla dolu hayatımıza ve bu kez daha büyük bir gürültüyle yeniden teşrif
edebilir. Ve aynı kitle bunların hiçbirine yabancı kalmadan Aralık sonunda
değil Mart ortalarında yeni yıl hediyesi bakmaya, kıyafetler almaya, günler
öncesinden hangi kanala takılacağını düşünmeye, dükkân/ev süslemeye vb. başlayabilir.
O gece geldiğinde de “şükür namazı” ertesinde kola ve ayranla dolu sofralarda yemeğe
oturup, bu güzel geleneği yeniden yaşatmış olmanın ruhsal hazzıyla dolabilir. Çünkü
buradaki asıl sıkıntı, yılbaşını ortadan kaldırmakta değil, onun yerine koyacak
ağırlıkta bir “helâl tüketim” gününü henüz bulamamakta saklı…
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/rahat-olun-noel-baba-nuri-baba-olunca-eve-kapidan-girecek-141517.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder