Günlük hayattan
politikaya, ahlâktan özgürlük arayışına kadar pek çok konuda, totalitarizm, modernlik
ile postmodernlik eksenleri üzerinden yürüyerek yaptığı çalışmalarla tanınan sosyolog
Zygmunt Bauman, bu hafta içerisinde hayatını kaybetti. Dünya sosyoloji çevrelerinde
hatırı sayılır bir yeri bulunan Bauman, yine aynı şekilde, Türkiye’deki sosyal
bilimler çalışmaları için de her zaman önemli referans kaynaklarından birisiydi.
Hatta ülkemizde pek çok meşhur sosyologa nasip olmayacak bir “tanınırlığa” da
sahip olduğunu söylersek, hiç abartı sayılmayabilir. Örneğin çeşitli akademik
muhitlerde, klasik sosyologlardan Comte, Weber vd. bu derece tanınır, okunur
biri midir, ben emin değilim. Belki de bunun en önemli nedeni, bir Bauman
kitabı okuduğunuzda hayatın içerisine dokunan, oradaki gerçekliğe yaklaştıran
ve görünür kılan bir düşünsel birikimin varlığını hemen hissetmeniz olabilir. O
birikimin “teorik olan” ile buluşması ise kanımca Bauman’ı özel kılan en
dikkate değer ayrıntıydı. Kısaca onun satırları hayata, teorinin gözlüğünden
bakabilmenin hem olanca keyfi hem de bilginin bağımlılık yaratan ıstırabıydı.
Zira ve belki de bu
sebeple Bauman’ın hayatı da sanki yazdıklarının, onun düşünce macerasının pratik
anlatımı gibi: Sürekli yurtsuz, ebedî yabancı ve sürgün bir mülteci hayat… 1925'de
Polonya'nın Poznan şehrinde yoksul bir Yahudi ailesinde doğan Bauman, 1939'da Naziler
Polonya'yı işgal edince ailesi ile birlikte ülkeyi terk etmek zorunda kalır ve tüm
aile Sovyet Rusya'ya sığınır. Genç Bauman savaş esnasında Kızıl Ordu'nun bir
parçası olarak örgütlenen “Halkın Ordusu”nda yer alır. Savaşın bitmesiyle
birlikte de ülkesine geri döner; fakat ordudan ayrılmaz ve aynı yıllarda lisans
eğitimini tamamlar. Polonya işgalden kurtulmuş, Naziler yenilmiştir yenilmesine
de bu anti-semitizmin yeryüzünden silindiği anlamına gelmemektedir. Nitekim Bauman
(şimdi dönüp geriye baktığımızda bizler için en güzel gelişme olması bakımından)
benzer baskılar yüzünden ordudan da ayrılmak zorunda kalır ve Varşova
Üniversitesi’nin Felsefe ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde “yardımcı okutman”
olarak sosyoloji dersleri vermeye başlar (1954). İlerleyen yıllarda yine aynı
üniversitede doktorasını tamamlayacak ve doçentlik sınavını da başarıyla
geçecektir.
Fakat Bauman için bu “geri dönüş”ün aslında bir başka
“başlangıç” anlamına geldiği de daha sonra anlaşılır. Çünkü gençliğinde
Ortodoks Marksizm çizgisine bağlı kalan Bauman, özellikle Gramsci ve Simmel’in
etkisiyle, Polonya’daki komünist yönetimin uygulamalarına karşı eleştirel bir
tutum sergiler. Bu tutumun bir süre sonra birilerini rahatsız edeceği ise aşikârdır.
Lakin Polonya Komünist Partisi ülkedeki Yahudileri “yabancı güçlere casusluk
yapmakla” suçlar ve Yahudiler çalıştıkları işlerden istifa etmeye zorlanır;
istifa etmeyenler de işten çıkarılır. Bunun sonucunda Bauman, kendisi gibi
Yahudi olan bir grup üniversite hocasıyla birlikte ve yine aynı politik nedenlerden
dolayı “profesörlük” unvanları da ellerinden alınarak, önce Varşova
Üniversitesi'nden kovulur ve hemen arkasından da Polonya'dan sınır dışı edilir
(1968). Aynı yıl Tel Aviv Üniversitesi'nde çalışmaya başlayan Bauman, kısa bir
süre sonra (1971), emekli olacağı tarihe (1990) kadar çalışacağı Leeds
Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü'nün başına geçmek üzere İngiltere'ye gider.
Ölümüne kadar da bazı üniversitelerde “emekli profesör” olarak dersler verir.
Nev-i şahsına münhasır bir sosyolog olan Bauman’ın vefatıyla
birlikte farklı internet ortamlarında ve sosyal medyada onun üzerine sevenlerince
epeyce paylaşım yapıldı; hatta bu arada yazılan birkaç kısa makaleye bile rastladım.
Benim buradaki amacım ise onun en temel kavramlarından kendi kişisel
çalışmalarımda nasıl yararlandığımı özetle anlatabilmek. Yine de itiraf
etmeliyim ki, politik yelpazenin hangi aralığında olursa olsun Türkiye’deki
hemen hemen her araştırmacı nezdinde Bauman’ın “neden bu derece popüler”
olduğuna dair bir şeyler yazmayı daha çok isterdim.
Açıkçası ideolojik duruşları farklı ve birbirlerinden oldukça
uzak noktalarda olanların “Bauman sevdası” üzerine düşünmek benim için daha
heyecan verici olurdu. Ve bilhassa Bauman metinlerini okuyan bazı şahsiyetlerin,
bir yandan Holocaust, genocide, totaliterlik kavramlarına zahmetsiz ve cömertçe referanslar vererek
onunla ilgili hayranlık dolu tez/makaleler yazıp, diğer yandan da tüm
Dünya’daki İslâmcı politikaları nasıl destekleyebildiklerine, aynı bünyede bu
zıtlıkları nasıl taşıyabildiklerine bakmak çok faydalı bir çaba yerine
geçebilirdi. Fakat bunun için hem bu derginin satırları sınırlı hem de böylesine
geniş ölçekli bir araştırma için şu an yeterli zamanım yok. Yine de makale konusu
arayışı içinde olan herkes için bu merak, şurada gün ışığına çıkacağı zamanı
bekleyebilir.
Öte yandan benim Bauman ile ilk tanışmam yüksek lisans
yaptığım yıllara denk gelir. Çünkü sosyoloji bölümünde lisans eğitimimi
tamamlarken (1991-1995) Bauman okuma fırsatım olmadı. Bu metni yazarken “acaba
yanılıyor muyum?” diye kontrol ettim, Türkçeye çevrilen ilk kitabı olan Yasa
Koyucular ile Yorumcular’ın basım tarihi “1996” olarak görülüyor. Oysaki
ben Bauman okumaya Sosyolojik Düşünmek (1998) ile başladım. İlk kez kıymetli Ünsal
Oskay’ın dilimize kazandırdığı C. Wright Mills’in Toplumbilimsel Düşün’ünden
beri bu konuyla çerçevelenmiş ve bu derinlikte bir kitap okumamıştım. Hemen
ardından Özgürlük (1997), Küreselleşme (1999) kitaplarını da
bir çırpıda bitirdiğimi hatırlıyorum. Özellikle Küreselleşme kitabı, cüssesinin
boyutlarını kat be kat aşan tespitleriyle beni benden almış, bir yüksek lisans
dersinde sunum konum olmuştu. Hatta bu eserin kapak fotoğrafının (ıssız çöl
ortasındaki telefon kulübesi) etkileyiciliği bugün bile gözlerimin önünden
gitmez.
İlerleyen yıllarda
Bauman okumalarım artarak devam etti. Zira yüksek lisansta tez aşamasına
başlamıştım ve politik kültür ile politik semboller üzerine çalışıyordum. Yine onun
siyaset üzerine olan çalışmaları bana fazlasıyla yararlı ve yol göstericiydi. Örneğin,
politik kimliklerin göstergesi olan politik sembollerin de birer “tüketim
nesneleri” olduğunu; tüketim malları şeklinde alınıp satılırken metalaştığını; bu
süreçte sembolün taşıdığı düşüncenin de tüketildiğini, manipülasyona uğradığını
ve bu sebeple de bozulduğunu; tüketim yoluyla bir “politikleşme” yaşansa da sembolün
imgeleminde ifade ettiği anlam dünyasının mütemadiyen geçişken olabileceğini ve
bunların tümünün modernizm ile postmodernizm eksenlerindeki ilişkisine dair
ilham veren açıklamalara gene Bauman metinlerinde rastlıyordum.
Doktora tezime başladığımdaysa
(2003) artık merakım “İslâmcıların ahlâkı nasıl tasavvur ettikleri” üzerine odaklanmıştı.
Üstelik mevzum da ağırlaşmış ve bu ağırlığa ek olarak tezimin analiz nesnesi
Fethullah Gülen metinleri olmuştu. Zira o günler hem Gülen hem de cemaatinin
üçüncü ve en büyük yükseliş döneminin başlangıç yıllarıydı. Hâl böyle olunca zaman
ilerledikçe benim için bu konuya “eleştirel olarak” çalışmanın zorlukları da
bir bir ortaya çıkacaktı. Zorlukları bir kenara bıraktım, ben çalışmama baktım.
Dahası Gülen ve
Cemaati için ahlâk kavramı, hassasiyet gösterilen en temel konuların başında
geliyordu. Çünkü Gülen, bir dinsel ahlâk anlayışı üzerinden ve en alttan
örgütlenen bir İslâmî toplum projesi öngörmekteydi. Çalıştıkça görecektim ki, bu
proje toplumsal katmanlar arasındaki çatlakları büyütecek, ayrımcı ve otoriter
bir hoşgörü anlayışına dayanan, toplumsal farklılıkları düzleştirmeyi amaçlayan
ve bu yolda güç kullanmayı meşru gören düşünsel unsurlara da sahipti. Gülen
ahlâkın norm koyucu özelliğini keşfettiği için toplum tasavvurunun merkezine
ahlâkı yerleştirmiş, tasarladığı değişimin itici gücünü de cebrî nitelikler
taşıyan İslâm ahlâkına havale etmişti. Dolayısıyla Bauman’ın otoriterlik ile
ahlâk ve etik arasındaki sorunlu ilişkiler üzerine yazdıkları yine ufkumu
genişletecekti.
Üstelik Bauman’ın
ahlâk üzerine şu yazdıkları, sanki olacakları o günden anlatır gibiydi: “… birisinin
ahlâksızlıkla suçlanabilmesi ve bunun kanıtlanabilmesi için o kişinin yenilmesi
gerekir… Gün gelip de galipler yenilmedikçe, bunların zalimlikleri ya da
bunların yardımcılarının ve himayelerindekilerin zalimlikleri yargılanamayacaktır.
Adalet mağlup olana tesir eder. Ancak adaletin hikâyesi bugünün galiplerinden
başka hiç kimse tarafından anlatılmadığı için dünya daima ahlâksızlığın ve
cezalandırılabilirliliğin eşanlamlı olduğu ve adaletin dağıtıldığı bir dünya
olarak sunulur.”
Bunun yanı sıra Bauman’ın
sosyolojisi, toplumsal yaşamdaki müphemlikleri (belirsizliklerin) ortaya
çıkarma ve onları bizler nezdinde anlamlı kılmayı da amaçlamaktaydı. Bunu
yaparken de toplumsal yaşamın ve insan varoluşunun herhangi bir düzen, plan, rutin
ile değil, kaos ile ortaya çıktığını varsayıyordu. Ona göre “toplum kaosun
öznesiydi.” Zaten böylesi bir varsayımdan yola çıkan müphemlik, kaosun verili
olduğu dünyada insanın mutlak bir düzen pratiği kuramamasından kaynaklıydı. Keza
benim, Bauman’ı kendime yakın bulduğum en temel kavramlaştırmalarından birisi
de buna yönelik açıklamalarıdır. O kabaca kaos-düzen çatallaşmasıyla algılanan
dünyadaki kesinlik arayışını eleştirerek, bireysel ilişkilerden toplumsal oluşumlara
kadar yaşantımızın net ve kusursuz bir nitelik taşımadığını, sabit bir yapıya
kavuşmadığını ısrarla savunur. Düzen anlayışı modernizmin çocuğudur; bir
mühendislik çabasıdır ve Bauman bunu muhteşem bir bahçıvan örneğiyle açıklar.
Öyle ki “toplumun pek
çok ayrıntısına şekil vermek, toplumsal rahatsızlıklardan bazılarına savaş
açmaktan daha fazla bir şeydir. Böylece daha hırslı ve radikal hedefler
seçilebilir. Bundan sonra olacak her şey, bir bahçıvanın bahçesini zararlı
bitkilerden temizlemesinden çok farklı olmayacaktır. Nitekim her bahçıvan kendi
tasarımını bozan yabani otlardan son derece rahatsız olmaktadır. Bunun gereğini
yaparken son derece rasyonel bir amaca kendini yaslayacaktır. Bu örnekte olduğu
gibi modern soykırım örneği Holocaust da bir bahçıvanlık ameliyesidir. Topluma
bir bahçe gibi yaklaşanların yapması gereken birçok fiilden sadece birisidir.
Bahçe tasarımı ‘yabani otları’nı belirlediğine göre bahçe olan her yerde de
yabani ot olacaktır. Ve yabani otlar yok edilmelidir. Yabani otlardan arındırma
(bu örnekte) yıkıcı değil, yapıcı bir etkinliktir. Kusursuz bir bahçenin
yapılması ve korunması işi de bir araya gelen diğer etkinliklerden tür olarak
farklı değildir. Toplumu bahçe gibi gören tüm görüşler toplumsal doğal ortamın
(social habitat) bazı bölümlerini ‘yabani
otlar’ olarak nitelerler. Bunlar, diğer yabani otlar gibi ayrılmalı,
kısıtlanmalı, yayılmaları önlenmeli, yerinden çıkarılmalı ve toplum
sınırlarının dışında tutulmalıdır; tüm bu yollar yetersiz kalırsa (da)
öldürülmelidir.”
Sonuç olarak Bauman benim için özel bir düşünce
insanıydı. Belki de onu ayrıcalıklı yapan, yaşananla onun üzerine düşünülenin
sosyolojik metinlerde dile gelmesi, hayatı sosyolojinin penceresinden teoriye
boğulmadan, popülizme de hiç bulaşmadan anlatabilmesiydi. Bu duru anlatı
biçimi, kanımca Bauman’ı “Bauman yapan” onun en önemli özelliğiydi. Şimdi bu
mütebahhir sosyologun ölümüyle, 20. yy.’ın hüznü bir sayfa daha çoğaldı.
“Hüzün” diyorum, çünkü şu yaşadığımız yüzyılın düşünce ve insan malzemesine
baktığımızda (öncesini bilenler olarak) hüzünlenmeyelim de ne yapalım?
Bu arada Bauman'ın eşi Aleksandra Jasinska-Kania,
Bauman'ın ölümünü duyurmak için ünlü düşünürün "akışkan modernite"
kavramına atıfta bulunarak, "akışkan sonsuzluğa gitti" ifadesini
kullanmış. Ne muazzam bir ifade… Ben de Simon Critchley Ölü Filozoflar Kitabı’ndaki
tespitiyle bitireyim: “…Ölüler yaşamaya devam eder, herhangi bir kibri yıkacak
şekilde, amma velakin bizi rahatsız ederek ve onları daha çok düşünmeye davet
ederek, içimizde yaşamaya devam ederler. Her nerede bir filozof okunuyorsa, o
ölü değildir, diyebiliriz. Ölülerle iletişime geçmek istiyorsanız, bir kitap
okuyun.” Hiçbir ağırlık taşımadan riyakârca yaşayan canlı hortlaklardansa, ölü
filozoflar yeğdir, diyorsanız, yarından tezi yok bir Bauman kitabı okumaya
başlayın. Holocaust tarzı “çözümlerin” de yaratıcı yıkımlar’ın da istenildiği
takdirde nasıl inceltilip “likit” hâle getirilebileceğini; müphemliğin ne tür
bir ahlâk sorunu yarattığını; tükettikçe nasıl tükendiğimizi ve daha fazlasını sarsılarak
öğrenin. Yaşadığımız hayatı biraz daha anlaşılır kılmayı arzulayan ama aynı
zamanda da bilginin rahatsızlık verici huzursuzluğunu peşinen yüklenmeyi kabul
edenler önden buyursun…
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/bauman-i-akiskan-sonsuzluga-ugurlarken-143207.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder