Film orman içerisinde kurulmuş küçük bir
köyün tanıtımıyla başladı. Kamera derme çatma sazlık evlerle dolu köyün çamur, yaprak,
ağaç ve hayvan bolluğu içindeki dar yollarında gezerken, bilinçli olarak bize bir
göz vazifesi görüyordu. O küçük köylerinde mutluluk içinde koşturan başı kabak, ayağı
çıplak çocuklardan onlara takılan ihtiyarlara, kazan başında yemek pişiren
kadınlardan, çamurdan duvar ören veya avdan dönen erkeklere ve gıdaklayan tavuklardan meleyen keçilere kadar tüm görüntüler
bir o kadar klişe ama bir o kadar da samimiydi. Böylece mutluluk, güven ve huzurun (yani
hayalimizin) görüntüleriyle başladı film, başka bir tarifi yoktu bu
görüntülerin.
Sonra bir gün
köye bir dolu koruma eşliğinde Amerikalı ortaklarıyla birlikte yerli kereste tüccarları geldi. Küçük paralar ve
üstü örtülü büyük tehditler eşliğinde, köyün arazisine olan talepler dile
getirildi. O bildik baskılar ve zorba süreçler sonucunda yerli halk köyü boşaltmak zorunda
kaldı.
“10 Yıl sonra” ifadesiyle başlayan, yani filmin sonundaki görüntüler ise
içler acısıydı. Kamera yine bizim gözümüz olarak gezerken, bir zamanlar köyün
çevresinde olan ama artık hiçbir hayvanın yaşamadığı ormanlık arazinin yerinde yeller
esiyordu. Köylerini terk etmek zorunda kalan yerli halk, artık şehrin varoşlarını
doldurmuştu. Köylerde bir iş ve niteliğe sahip olan, boş vakti olmayan, karnı doyan mutlu ve huzurlu insanlar, artık
issizlik ve açlık ile boğuşuyorlar, içerisinden kanalizasyonların aktığı pis
mahallelerde yaşayıp, şehrin şiddetiyle yüklü köşe başlarında pinekliyorlardı. Köyün
yollarında neşeyle koşan çocuklar ya minik elleriyle el arabalarını çekiyor ya
da hırsızlık peşindeydiler. Gençler uyuşturucu tüccarlarının tetikçisi olarak
ucuz bedenlerini mermilere siper edip, baskınlarda buğday başakları gibi yerlere
düşerken, kadınlar temizlik ve fuhuş sektörünün sermayesi olmuşlardı. Nereden
bakarsanız bakın, mutluluk, huzur ve güvenin yerini, mutsuzluk, acı, öfke dolu bakışlar ve gelecek
kaygısı almıştı.
Kısacası bu
film, vaat edilenler ve umulanların hiçbiri gerçekleşmediği, artık geriye
dönülmez bir çemberin içerisinde ölümlerini bekleyen, öldüğünde de hiçbir vicdan
telini sızlatmayacak bir bedenin sahibi bu insanları anlatan oldukça hüzünlü bir filmdi. Doğumun
ve ölümün kendine has huzurunun olduğu, kariyer, para ve hırstan arınmış geleneksel
yaşam biçimleri ve değerlerle örülü köy hayatından, şehrin kurtlar sofrasına düşen bu zavallı
insanların öyküsü öyle yer etmiş ki içimde, “Dersim'de baraj ve HES projelerinin mahkeme kararı ile iptal edilmesi” haberini okuduğumda, ilk aklıma gelen bu film ve aynı filme ait unutamadığım
görüntüler oldu.
Son 100 yılda "medeniyet getirme" derdinin Dünya'nın tüm yerli halklarının başına ne belalar açtığını bilmeyen kaldı mı? Büyüsü bozulmuş bir Dünya'nın ruhunu geri çağırma gibi bir düş değil bu yazdıklarım. Gelen'i bilmek, yaşananı fark edebilmek ve ona göre tavır almak. Bu tavır belki bizi BLADE RUNNER'da resmedilen dünyadan kurtaramayacak ama belki süreci uzatalabilir. Elde kalan çaresizliğe karşı bununla avunacağız artık...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder