26 Ocak 2013 Cumartesi

SERMAYENİN MEDENİYETİ

90’li yılların sonlarına doğruydu. TRT2’de gecenin geç bir yarısında başlayan sanatsal filmlerin yayınlandığı bir sinema kuşağı vardı. Programın adı: Sinema ve Edebiyat'tı. Filmleri seçen ve sunan geçen yıl kaybettiğimiz değerli sinema eleştirmeni Rekin Teksoy’du. Teksoy, her filmden önce kısa bir tanıtım konuşması yapar, akıcı, güzel üslubuyla o geceki filmi tanıtır ve film bu bilgiler eşliğinde başlardı. Yine bir gece o programda Güney Amerika’dan (bir ihtimal Arjantin veya Brezilya sineması olabilir) bir film izlemiştim.
Film orman içerisinde kurulmuş küçük bir köyün tanıtımıyla başladı. Kamera derme çatma sazlık evlerle dolu köyün çamur, yaprak, ağaç ve hayvan bolluğu içindeki dar yollarında gezerken, bilinçli olarak bize bir göz vazifesi görüyordu. O küçük köylerinde mutluluk içinde koşturan başı kabak, ayağı çıplak çocuklardan onlara takılan ihtiyarlara, kazan başında yemek pişiren kadınlardan, çamurdan duvar ören veya avdan dönen erkeklere ve gıdaklayan tavuklardan meleyen keçilere kadar tüm görüntüler bir o kadar klişe ama bir o kadar da samimiydi. Böylece mutluluk, güven ve huzurun (yani hayalimizin) görüntüleriyle başladı film, başka bir tarifi yoktu bu görüntülerin.
Sonra bir gün köye bir dolu koruma eşliğinde Amerikalı ortaklarıyla birlikte yerli kereste tüccarları geldi. Küçük paralar ve üstü örtülü büyük tehditler eşliğinde, köyün arazisine olan talepler dile getirildi. O bildik baskılar ve zorba süreçler sonucunda yerli halk köyü boşaltmak zorunda kaldı.
“10 Yıl sonra” ifadesiyle başlayan, yani filmin sonundaki görüntüler ise içler acısıydı. Kamera yine bizim gözümüz olarak gezerken, bir zamanlar köyün çevresinde olan ama artık hiçbir hayvanın yaşamadığı ormanlık arazinin yerinde yeller esiyordu. Köylerini terk etmek zorunda kalan yerli halk, artık şehrin varoşlarını doldurmuştu. Köylerde bir iş ve niteliğe sahip olan, boş vakti olmayan, karnı doyan mutlu ve huzurlu insanlar, artık issizlik ve açlık ile boğuşuyorlar, içerisinden kanalizasyonların aktığı pis mahallelerde yaşayıp, şehrin şiddetiyle yüklü köşe başlarında pinekliyorlardı. Köyün yollarında neşeyle koşan çocuklar ya minik elleriyle el arabalarını çekiyor ya da hırsızlık peşindeydiler. Gençler uyuşturucu tüccarlarının tetikçisi olarak ucuz bedenlerini mermilere siper edip, baskınlarda buğday başakları gibi yerlere düşerken, kadınlar temizlik ve fuhuş sektörünün sermayesi olmuşlardı. Nereden bakarsanız bakın, mutluluk, huzur ve güvenin yerini, mutsuzluk, acı, öfke dolu bakışlar ve gelecek kaygısı almıştı.
Kısacası bu film, vaat edilenler ve umulanların hiçbiri gerçekleşmediği, artık geriye dönülmez bir çemberin içerisinde ölümlerini bekleyen, öldüğünde de hiçbir vicdan telini sızlatmayacak bir bedenin sahibi bu insanları anlatan oldukça hüzünlü bir filmdi. Doğumun ve ölümün kendine has huzurunun olduğu, kariyer, para ve hırstan arınmış geleneksel yaşam biçimleri ve değerlerle örülü köy hayatından, şehrin kurtlar sofrasına düşen bu zavallı insanların öyküsü öyle yer etmiş ki içimde, “Dersim'de baraj ve HES projelerinin mahkeme kararı ile iptal edilmesi” haberini okuduğumda, ilk aklıma gelen bu film ve aynı filme ait unutamadığım görüntüler oldu.
Son 100 yılda "medeniyet getirme" derdinin Dünya'nın tüm yerli halklarının başına ne belalar açtığını bilmeyen kaldı mı? Büyüsü bozulmuş bir Dünya'nın ruhunu geri çağırma gibi bir düş değil bu yazdıklarım. Gelen'i bilmek, yaşananı fark edebilmek ve ona göre tavır almak. Bu tavır belki bizi BLADE RUNNER'da resmedilen dünyadan kurtaramayacak ama belki süreci uzatalabilir. Elde kalan çaresizliğe karşı bununla avunacağız artık...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder