7 Ocak 2014 Salı

“SOSYOLOJİ SINAVLARINDA NASIL BAŞARILI OLABİLİRİM?” SORUSU ve YAŞAM TERCİHLERİMİZ ÜZERİNE


"Sen ne sorarsan sor, öğrenci kendi bildiğini yazar."
                                      Bir öğretim elemanı atasözü

Öncelikle böylesine bir metni bana yazdıran şey, öğrencilerimden sürekli aynı tarzda gelen ve artık bıkkınlık derecesinde tekrarlanan şu sorudan kaynaklanmaktadır: Dersinizden nasıl geçebiliriz?... Nerelerde hata yaptığımı söyleyebilir misiniz? Bir üniversite öğrencisinin (reşit kişi) dersi veren öğretim elemanına böylesi bir soruyu sorma durumunu (bakın "felaketini" demiyorum) şimdilik bir kenara bırakacak olursak, sizler bilmiyor olsanız veya daha doğrusu bilmek istemeseniz de şu da bir başka gerçek ki, benim verdiğim derslerden kalan/dersi alttan alan öğrenci sayısı, ortalamanın da çok altındadır. Şu vakte kadar diploma ALAMAYAN hiç olmadı, zaten bir süre sonra da herkes mezun oluyor. :)
Keza, kim verirse versin veya hangi ders olursa olsun, eğer bir dersten 1 kişi bile geçmişse, demek ki o dersten geçme şansının olduğunu da hesaba katabiliriz. Aynı sebeplerden dolayı bu metni sonuna kadar okuyan arkadaşlarımın, metin bitimindeki soruları kendi kendilerine (sıklıkla görüldüğü gibi hızlıca "mağdur"a yatmadan, üstelik dürüstçe) sormalarında kendileri adına büyük faydalar bulunduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.

Öte yandan öğrencilerin fazlasıyla abarttıkları esas mevzu, dersten geçmenin “her şeyden önemli olduğuna” dair geliştirdikleri temel ve bir o kadar da genel yanılgıdır. Sebepleri her ne olursa olsun (maddî sıkıntılar, ailevî sorunlar, ülke politikaları, sistem, kitap okumanın zorluğu vb.), bu sebepler kabul edilir olsa bile, bir dersten geçmeyi “dünyanın en önemli işi”ymiş gibi algılamak, odaklanmamız gereken asıl şeylerden (genç olmak, sanatın herhangi bir dalı ile ilgilenmek, edebî ya da kültürel faaliyetlere katılmak, okumak, dil öğrenmek, tartışmak, yazmak, üretmek, hatta sevmek-sevilmek vb.’den) bizi uzaklaştırıcı bir durumdur. Öğrencilerimizin, öncelikle, başka odak noktaları bularak, “ders geçme”ye endeksli ilgilerini acilen dağıtmaları gerekmektedir. Aldığınız diploma sadece bir kâğıt parçasıdır; biliniz ki ona değer katan, sadece sizlerin niteliğidir. Bunu asla aklınızdan çıkarmadan yolunuza devam etmelisiniz.

Dahası, bulunduğunuz bölümleri zamanında da olsa, belki azıcık uzasa da nasıl olsa ve bir biçimde bitireceksiniz. Her on yıllık geçiş dönemleri boyunca, üniversite mezunu olmak giderek kolaylaşıyor. Ben 1995 (lisans) mezunuyum ve samimiyetle söyleyeyim, benim okuttuğum öğrencilerin %95'i, yirmi yıl önce okusalar asla dört yılda mezun olamazlardı. Bu yüzden burada “ders geçme”yi tek hedef olarak almak, bugünü kazanayım derken, yarını da tümden kaybetmek anlamına gelecektir. Çünkü, sadece sınavlara odaklanan öğrenciler, dersi geçince bir flash belleğe 'format atar' gibi aklında ne var ne yok siliyor; böylece öğrenmeye, öğrendikleriyle yeni bilgileri birleştirmeye ve bunun sonucunda da sosyolojik bir anlamlandırmaya ulaşmanın ya da düşünme gücüne sahip olmanın uzağında kalıyorlar. Neticede de onca tutulan ders notu ve çalışmanın tümü de zaman ve çaba anlamında boşa gidiyor.

Ne yazık ki, test usulüne dayalı ezberci eğitimin ülke gençliğine armağanı olan bu illet, sosyoloji öğrencilerinin de baş belası olarak sürekli karşımıza çıkıyor. Fakat aksine ben öğrencilerimin "ezberci sistem"e karşı olduklarını asla ve asla düşünmüyorum. Hatta onlar bu sistemin en sadık devam ettiricileri... Bunu nereden mi biliyorum? Bunun için hangi sınav olursa olsun, sorulara verilen yanıtlara kısaca bakmam bile yeterli. Öğrenci arkadaşlarım, alanlarının gereği olan sosyolojik analiz/anlamlandırma yapma becerilerini geliştireceklerine, kâğıtlara sürekli hiçbir işlemden geçmemiş, dümdüz ve kaba ezberlerini döküyorlar. Çünkü sadece ezberlemişler, üzerine hiç düşünmemişler, hiç kafa yormamışlar ve dolayısıyla anlamamışlar. İlgi, dikkat ve emek de vermemişler.

Durum böyle olunca, "ezberci eğitim"den dert yanmanın hiçbir geçerliliği de kalmıyor. Benden size bu konuda küçük ve naçizane bir ipucu: İster bir işte çalışın, isterseniz de çalışmayın ömrünüz boyunca bu kadar boş zamanı bir arada asla bulamayacaksınız, bu kıymetli boş anları değerlendirenin kendine yatırım yaptığı bir dünyada yaşıyoruz ama yine de hayat, karar ve tercih tabi ki sizlerin...

Bu girişten sonra sınavlarda gördüğüm bazı teknik hataları sıralarsam, sanıyorum ki temel sorununuza karşılık verebileceğim. Bu yanıtlar yardımıyla, sınavlarla ilgili probleminiz bir derece daha aydınlanmış olacak/olabilir. Fakat bunu yaparken, aynı konu üzerine biraz daha ilgi çekmek amacıyla aşağıda bahsedeceğim bir takım “sınav tavırlarına” karşılık geldiğini düşündüğüm bazı "isimler" vereceğim. Her gruba bir isim bulmanın, daha açıklayıcı (biraz da ilgi çekici) olacağını da düşünüyorum. Bu metni, "ne yazsak beğenmiyorsunuz" cümlesini kurup beni sinir uçlarıma kadar zıplatan tüm arkadaşlarıma adıyorum. :)

Sanırım öncelikle, en sık rastlanan ve en büyük tepkiyi alan “kopya çekme” meselesinden başlamam, daha uygun olacak. Bunlara “kopyacılar” değil de daha günümüz politik ortamına da uygun gelecek tarzda etkili/titretici bir isim bulalım ve “KUL HAKKI YİYENLER” diyelim... Yine de "sarsılan" olacağını pek sanmıyorum ama belki etkili olur... Öğrenciler genellikle kopya meselesinin “dersten geçmek” ile de doğrudan alakası olduğunu düşünürler. Çünkü, kopya çekemeyen, cesaret edemeyen veya buna yeteneği bulunmayan (evet, bu da bir yetenek işi) öğrenciler de sıklıkla “kopya çekenlerin dersten geçtiğine, kendilerinin onurlarıyla kaldığına” dair yoğun şikayetlerle yanıma geliyorlar. Kopya çeken veya çekemediği/bundan rahatsız olduğu için yanıma gelen öğrenciler bilmeliler ki, kopya çeken öğrencinin yazdıkları, tam tabiriyle “kabak gibi” belli oluyor. Nasıl anlaşıldığından tabi ki bahsetmeyeceğim. “Meslek sırrı” deyip geçelim. Üstelik yeri gelmişken şunu da belirtelim, kopya çektiğine kesin olarak kanaat getirdiğim öğrenci, tarafımdan (sınav esnasında yakalanmadığı için) belki idarî soruşturmaya uğramıyor ama bunu bir alışkanlık haline getirmemek de gerekiyor. Kopya ile ilgili cezaların ağırlığı için YÖK Öğrenci Disiplin Yönetmeliği’ne bakılabilir. Buyrun şurada: http://www.yok.gov.tr/web/guest/icerik/-/journal_content/56_INSTANCE_rEHF8BIsfYRx/10279/17960

Diğer taraftan bir de aramızda hâlâ “LİSELİLER” var. Buradaki vahim durum, öğrencilerimizin düşünsel anlamda hâlâ lise yıllarının nostaljisini yaşıyor olmaları. Derslerde bu gruptakilerin liseli ergenler gibi yaptıkları (çoğu kez görmezden geldiğim) sıkıcı davranışları bir kenara bırakırsak, “lisede bu kâğıdı versem 100 alırdım” gibisinden saçma ve gereksiz itirazları da sıklıkla duyuyoruz. Arada sıkça "makale" diye yazdığı 'kompozisyon'a "hocam çok emek verdim, umarım hak ettiğim notu verirsiniz" diyen de oluyor. "Nasıl yazdın?" diye soruyorum, "internetten araştırdım" diyor. Pess!!! Sayelerinde "emek" gibi yüce bir kavram da sulandı. Bir de daha az fark edilecek biçimde "LİSELİ" olanlar var ve onlar her sınav öncesi ve sonrası şöyle cümlelerle yanıma geliyorlar: "Hocam sorular kolay mı?", "hocam Comte üzerinde çok durmuştunuz, bütün arkadaşlarla 'Yavuz Hoca kesin Comte'tan soracak' demiştik, ona yoğunlaştık, bizi terse yatırdınız."

Öncelikle, hiçbir zaman bahsedilen biçimde "terse yatırma" gibi bir amacım olamaz; bunlar öğrencilerin uzun yurt gecelerinde sıkıntıdan ürettiği fanteziler... Bir başka açıdan da "mağduriyete" yatma cümlelerinin kılık değiştirmiş hâlleri... Bir öğrenci sınav kâğıdını baştan aşağı doldurup nasıl kalabilir, değil mi? Olacak iş mi? Üstelik "yoğunlaşma" demişken, derslerde hangi konu üzerinde ne kadar durduğumu da asla ve asla fark etmiyorum. Bu o günün seyrine göre değişiyor. Soruları da ne "kolay olsun" diye ne de "hepsini dökeyim" diyerek hazırlıyorum. Yani öğretim elemanlarının işi gücü bırakıp bunlarla kafa yorduğunu mu düşünüyorsunuz? Bizlerin, aynı öğrencilerin kâğıtlarını defalarca ve defalarca okumaktan gizli hazlar aldığını falan mı sanıyorsunuz?
Yüzlerce öğrenci sınava giriyor, kime hangi soru "kolay" ya da "zor" bu hesap öyle basit bir iş değil... Çünkü birine "kolay" gelen bir başkasına "zor" olabiliyor. Gerçi öğrenciye ne sorsan "zor" ama neyse... :) Hiçbir öğretim elemanının böyle bir "terse yatırma" gibi bir amacı olacağını da düşünmüyorum. Yazdığınız binlerce sayfa kâğıdı satır satır okumak nasıl bir şeydir, şu an bilmenize imkân ve ihtimal yok!... Dahası, bu "terse yatırma" durumunu, sadece sizler böyle algılıyorsunuz, bizden kaynaklı bir şey değil. Öğrenci efsanelerinde ölmez bir anlatı bu! Buna, aslında "çalışmamanın mazereti" de demek daha doğru... Ahlâken "çalışmadım" veya "derse yeteri kadar ilgi gösteremedim" demek kolay olmadığı için (halbuki bu çok basit ve dürüstçe olurdu), öğrenci açısıdan "hoca terse yatırdı" demenin işlevselliği uygun düşüyor. Fakat sonuç olarak genç arkadaşlarımızın üniversitede olduklarını, artık bir biçimde idrak etmeleri gerekiyor. Bilhassa benim derslerimde dersin anlatımı ve içeriği hususunda “üniversitede olduklarını”, "sosyoloji bölümünde okuduklarını" özellikle hissettirmeye çalıştığımı da bilmenizi isterim. Bu yüzden, “lise öğretmeni” gibi ders anlatmadığım için sınav değerlendirmelerim de herkesin mazisinde bir hoş seda olarak kalan lisedeki "o muhteşem günler" gibi asla olmuyor. Tüm LİSELİLER’e duyurulur…

Şimdi öğrencilerin sıklıkla yaptığı ve benim “en önemli hata” olarak gördüğüm duruma gelelim. Bunların adı:“DESTANCILAR”… Diyelim ki, “Sosyoloji Tarihi” dersinde şöyle bir soru sordum: Emile Durkheim’a göre “toplum, insanlarda kutsallık duygusu yaratır.” Açıklayarak, tartışınız… Öğrenci soruyu bilemeyebilir, aklına gelmeyebilir, bağlantı kuracak bilgiye de sahip olamayabilir, fakat bu tarz öğrenciler, sorunun sosyolojik mahiyetini düşünmek yerine, genelde şu temel hatayı yapıyorlar. Orada o ismi (Durkheim) gördü ya, aklında/ ezberinde/ hazırladığı kopyada Durkheim ile ilgili ne varsa sınav kâğıdına “bunu satır satır okuyacak insan evladı bir hoca var” demeden acımasızca dolduruyor. 3, 5, 7 sayfa allah ne verdiyse yazıyor, peki benden aldığı not ne? “O kadar kalem sallamış” olmanın yüzü suyu hürmetine sadece 10 (yazıyla “on”)… Bu Bilge Kültigin arkadaşlar, onlara asıl sorulanı düşünmek, kafasında sorunun yanıtını geliştirmek ve mevcut bilgisiyle kâğıda aktarmak yerine, sayfalarca yazıyor, yazıyor, ek kâğıt istiyor yine yazıyor, destanlar yaratıyor, kendi çalıyor, kendi oynuyorlar. Hatta bazen “Durkheim” diye, çoğu kez Comte'un, Marx’ın, Weber’in görüşlerini de bu çorbaya ekliyor. Sanıyor ki, “hoca bunları bildi ya da tümünü yazdı diye onu ödüllendirecek” veya “sorunun yanıtını yazmamış ama iyi çalışmış (ezberlemiş)” diye hoca insafa gelecek. Sizce "insaf" kavramı ile açıklanacak bir iş mi yapıyoruz? Yaptığımız işin içinde "acımak" da mı var? Öğretim elemanı, öğrencilere "insaf" üzerinden yaklaşırsa, vay halimize... Çünkü herkesin kendi ruhunu rahatlatacak bir mazereti veya sıkıntısı var, herkes "mağdur" ve insaf bekliyor. Fakat bilin ki, insafla yola çıkacak olursak doğrudan dükkânı kapatıp gitmemiz gerekiyor. Örneğin, bir öğrenci sınav kâğıdının hakkı olan puanı almış ve dersten kalmış. Alttan alacak... Hemen mail adresime "hocam ben geçiş yapacaktım, sadece sizin dersinizden kaldım (satır altında "sorun sizde" demek bu), lütfen kâğıdımı bir daha değerlendirin" şeklinde iletiler gönderiyor. Lütfen şöyle derin nefes alıp düşünelim, herkesin mazereti var mı, VAR... Herkes mağdur olduğunu düşünüyor mu? EVET... Herkesin bazı plânları bulunuyor mu? EVET... Öyleyse bu plânlar bir öğretim elemanını neden ilgilendiriyor? Bir kişiye "özel ayrıcalık" tanırsam, vicdanen diğerlerine de aynı hakkı tanımak zorunda kalacağımı ve bunun sonucunda mazeret sahibi herkesi "mutlu etmek" için dersten geçirmem gerektiğini, bunun da sınavın hakkını veren ile veremeyen arasındaki son derece ADALETSİZ bir durum olduğu neden akla gelmiyor? Bilmeliyiz ki, adalet istiyorsak (keza ahalinin asla böyle bir derdi olduğuna inanmış değilim), neleri talep ettiğimize dikkat etmemiz gerekiyor.

Tabi bir de bu tavrın altında esasen, "ne yazdığının farkında olmamak" da var. Ve daha da vahimi, bu arkadaşlar, sorunun kendisinden istediği yanıtı bir cümle ile dahi vermeden, o sınavdan "hak ederek" geçmeyi bekliyorlar. Ne derece "ahlâkî" olduğunun yanıtını siz verin! Meselâ ben (sınavlarımla alakasız bir şey ama örnek olsun işte) sormuşum “İzmirli olmak nasıl bir şeydir? Tartışarak anlatınız”, öğrenciler başlamış bana “İzmir’in ilçelerini, meyvelerini, kıyı şeridindeki yerleşim yerlerini saymaya”… Aynı nedenden dolayı bu öğrenciler, birkaç satır sonra ne yazdığının da zeminini kaybediyor, mevzudan iyiden iyiye uzaklaşıyor ve kayıp topraklarda at koşturmaya, kalem şakırdatmaya başlıyorlar. Bu tarz öğrencilere hep aynı cümleyi kullanarak şu esaslı soruya iyi ve esaslı bir yanıt istiyorum: Sorduğum sorunun karşılığını alamamışsam, o dersten nasıl ve hangi hakla geçmeyi bekliyorsunuz?

Diğer taraftan, bir de “TUĞLACILAR” var. Bunlar, bilgileri üst üste yığan, onlardan resmen duvar döşeyen, ezberi kuvvetli öğrenciler… Deli gibi not tutuyorlar, o notlara deli gibi çalışıyor, ölümüne ezberliyorlar. Bunlar sınav kâğıtlarında ilk bakıldığında "birşey anlatıyor" görünmekle birlikte, temelde hiçbir şey anlatmayan kesimi de oluştururlar. Bu grubun (ve pek çok öğrencinin de) en büyük hatası, hiçbir metin okumadan sadece derslerde tutulan notlara göre çalışmaları; dahası bu notlara "başarılı" oldukları bazı anların yüzü suyu hürmetine onlara derslerden geçmeyi sağlayacak yegâne 'kutsal metinler' gibi yaklaşmaları... Hâlbuki buradaki vehamet ise bambaşka, çünkü bu ders notları, bu öğrencilerin derste kendilerinin tuttukları notlar bile değil, başkalarına ait; yani başkalarının bakış açıları, başkalarının anlatılana verdikleri anlamlarla dolu... Dolayısıyla, sadece notu tutan kişinin anlam dünyasını yansıtıyor; derste anlatılanı ne derece ve nasıl yorumlayıp cümleye döktüğünü bir tek ve en verimli biçimde o notları yazan kişi biliyor, malesef sizler de suyunun suyunu çözmeye, bunun üzerinden sınav geçmeye çalışan beyhudeler oluyorsunuz. Sonuç olarak, bu notları en iyi sahipleri anlayabilir, notu tutmayan kişiler değil... Zaten dersten geçilmesiyle birlikte tüm notlar çöpe atılıyor. Bakınız FİNAL ya da BÜTÜNLEMELER sonrası sınıf çöp kutuları...

Evirip, çevirmeden söylemek gerekirse, sosyoloji, kabaca, sosyal olgular arasında (kavramlar ve teoriler yardımıyla ve bir yöntem üzerinden) sosyolojik bağlantılar kurarak yapılan anlama, anlamlandırma ya da yorumlama işidir. Bu anlama ve anlamlandırma işinde, sosyoloji bölüm derslerinde öğrendiklerimiz bizim için yol gösterici yöntem ve tekniklerdir, zihin açıcı ve teorik öneme sahiptirler. Hiçbir sosyolojik bağlantı kurmadan, ezberdekileri iplerinden boşalırcasına ardı ardına veya üst üste sıralamak, “sosyoloji yapmak”/"sosyolojik düşünmek" olmuyor. Tarih, İktisat, Türk Dili Edebiyatı, İşletme vb. bölümler ile karıştırmayalım, sosyoloji asla böyle bir şey değil.

Yanda tipik bir TUĞLACI'nın bilgileri üst üste dizerek ama bunlar arasında asla bir bağlantı kurmadan bir "duvar"ı nasıl yükselttiğinin örneğini görüyoruz. Dikkatli bakarsanız bir cümlenin, ardından gelen cümleyle hiçbir bağlantısı yok. Normal halde bunlar, Prens Sabahattin'in düşüncelerinin maddeler halinde sıralanmasından başka bir şey değil. Maddeler vermeden ardı ardına gelen cümlelere dönüşmüş. Peki soruda böyle bir istek var mı, ben bunu mu sormuşum? Bu tarz öğrencilerin burada yaptıkları şey, maddeler halinde alt alta sıralanacak cümleleri (herhangi bir şeyin özelliklerini maddeler halinde sıralamak gibi), paragraflara yedirmekten/yaymaktan başka bir anlama gelmiyor. Buna benzer kâğıtlar veren öğrenciler, bilgi/olgu ile bir başka sosyolojik bilgi/olgu arasında sosyolojik bağlantılar kuracağına, bilgileri gelişigüzel yığarak bir tuğlacı gibi duvar inşa etme işine girişiyorlar. Fakat bilinmelidir ki, bunu yapmak için sosyoloji okumak gerekmiyor. Ezberi kuvvetli herkes, bir metodolojiye sahip olmadan bu bilgileri ardı ardına sıralayabilir. Bu yüzden, öğrencilere sürekli “notlarınızı fazla ciddiye almayın; okumalarınızı arttırın; yazmaya çalışın, düşünün, aranızda ya da sınıfta, derste tartışın” telkinlerinde bulunuyorum. Dinlerseniz ne alâ!

Nihayet geldik "ÖRNEKÇİLER"e... Bu gruptaki öğrenciler, diğer gruplardan farklı olarak, sorulan soruları örnekler ile açıklamaya neredeyse yeminliler. Nasıl mı? şöyle: Öğrenci sorulan soruyla ilgili 2-3 cümle yazıyor, sonra hiç istisnasız biçimde "bunu bir örnekle açıklamak gerekirse" diyerek, başlıyor örneği anlatmaya. Satırlar boyunca bu örnek ile hatta yanına başka örnekler de vererek soruyu yanıtladığını zannediyor. Oysaki, ben sizlerden sorunun yanıtını istiyorum, örneklerle doldurulmuş bir metin değil. Sorulara yanıt olarak tabi ki örnek/örnekler verilebilir. Fakat bu asla sorunun yanıtından fazla yeri kaplayamaz. Sorunun yanıtını yutamaz; metnin tümünü oluşturamaz; asıl isteneni önemsiz hâle getiremez; yanıtın önüne geçemez. Sorulara verdiğiniz yanıtları, örneklerle doldurmayın. Sizden isteneni önce anlayın, sonra yazın. Vereceğiniz örnek de yanıtınızı desteklesin, onunla uyumlu olsun ve yanıtınızı örtmesin.

Bununla birlikte bir de “KAYITÇILAR” var. Bunlar da ağzımdan her çıkanı, not alan ve sınav kâğıtlarında bunları bana AYNISIYLA yazan öğrenci grubunu oluşturuyor. Hatta bunlardan pek çoğu, şöyle bir cümle ile bana geliyorlar: “Hocam ben her söylediğinizi aynen yazdım, yine kalmışım.” Bir kere, benim asla ve kat’a söylemediğim/söylemeyeceğim bir cümle de “benim ağzımdan çıkanı yazacaksınız” cümlesidir. Bu cümleyi söylediğimi kimse duymamıştır, duyamaz. Öğrencilerdeki, lise çağlarını anımsatan bu düşünce yapısı, üniversitede ve benim dersimde geçerli değil. Zaten bu grup öğrenciler, LİSELİLER grubuyla da benzer özellikler taşıyorlar. Üstelik bu öğrenci grubundan bazıları, derste telefonla kayıt yaparak suç işliyorlar. Sanıyorlar ki, o kayıtları sınav öncesinde dinlersem geçebilirim. Öncelikle, bu konuda üst sınıflardaki arkadaşlarından fikrî destek alabilirler, bunun nasıl aldatıcı ve boş bir uğraş olduğu konusunda, onların deneyimlerinden fazlasıyla yararlanabilirler. Üstelik, bu yapılan hem idarî cezası olan bir kabahat hem de TCK’ya göre suç... Defalarca tekrarladığım bu konudaki uyarılarımı, birini kurban seçerek mi somutlaştırmalıyım?

Bir başka grup da “TAKILANLAR”… Bunlar da asla sorulan soruya değil de esasen kafasındakine odaklanan öğrencileri ifade ediyor. Sosyolojik çizgiden sapmamak kaydıyla bu odaklanma kabul edilebilir görülebilir. Bunlar ne TUĞLACILAR ne de KAYITÇILAR’a benziyor. Bilgi yığını yapmıyorlar, ağzımdan çıkanı yazmıyorlar, onlar bir bağlam tutturup kafasına göre takılıyorlar. Sorduğum soruya kendi anladıkları biçimde yanıt veriyorlar. Olmadı, kendi gündemlerini oluşturuyor ve onun üzerinden yazıyorlar. Bu çabaları takdire şayan ama anladıkları ve kâğıda döktükleri her zaman sorunun yanıtı olmuyor, olamıyor. Bu gruptakiler, sorunun yanıtına ne kadar yaklaşmışsa, kurucu öğeleri ve oluşturdukları bağlam ne derece sağlamsa, o kadar yüksek not alıyor ve dersi geçiyorlar.

Sorunun kendisinden istediği yanıtların içeriğinden uzaklaşıp, el yordamıyla anlatımlar, hatta yandaki gibi (WEB'den buldum) uçuk kaçık saçmalamalar (çünkü bunun yeri sınav kâğıtları değil) ve hayat hikâyeleri bölümü başladığı andan itibaren, bu gruptakiler için not seviyesi alçalmaya ve dersten geçme şansı da bir o kadar düşmeye başlıyor. Tamam bu grubun en iyileri, çok verimli şeyler ortaya koyabiliyor ama abartmamak kaydıyla... Bu nedenle, benim “has elemanlarım” bunlar diyebilirim.

Tabi öğrenci tasnifimizde kendine özel bir grup daha var: "DENEMECİLER"... Bunlar, sorunun yanıtını bilmedikleri zamanlarda (veya daha kabul edilebilir şekliyle "bildiklerini sandıkları" zamanlarda) şöyle bir yöntem izliyorlar. Sosyolojik bir kavram buluyorlar, uysa da uymasa da sorudan devşirdikleri sosyolojik olguyu bu kavram yardımıyla açıklamaya çalışıyorlar, yani deniyorlar. Bu gruptakilerin, "olgu ile kavram arasında bir ilişki oluşturacağım" diye zorlama biçimde sınav kâğıtlarında kurdukları cümlelere inanamazsınız. Teşbihte kusur olmaz, bunlar resmen bir fili, el çantasına tıkmaya çalışıyorlar. Böyle olunca bu yaptıkları çok zorlama ve çok belli oluyor. Meselâ öğrenci, Durkheim'in "mekanik dayanışma" ile "organik dayanışma" veya Tönnies'in "mekanik toplum" ile "organik toplum" ayrımlarıyla ilgili kavramları bir biçimde öğrenmişse/ezberlemişse (ki bunları birbirine karıştırması çok daha mümkün), bu pratik kalıbı alıyor, olur olmaz her durum ile ilişki kurmaya, açıklama yapmaya çalışıyor. Tüketimi de bununla açıklıyor, göçü de ideolojiyi de kürt sorununu da kadın sorunlarını da hatta artık değer'i de vs. vs. Bu öğrencilerin yöntemi doğru olsa da (bir sosyolojik kavram yoluyla sosyal olguları açıklama), buldukları kavram "doğru kavram" olmayınca, malesef yazdıkları hiçbir şey ifade etmiyor. Bir de her cümleye "kapitalizm" ile başlayıp, aradaki bağlantıyı kaçıranlar var ki evlere şenlik. Tabi hiçbir cümle, "sosyolojik olarak açıklamak gerekirse" ile başlayan giriş cümleleri kadar bana itici gelmiyor. Öğreneceğiz, hepimiz öğrendik! :)

Sondan bir önceki grup ise DUYGUSALLAR... Bunlar adlarını gerçekten hak eden gruba giren öğrenciler. Bunlara sınavda ne sorarsan sor, "duygusala bağlıyorlar"... Her zaman "mağdurlar" her daim "hep onlar sıkıntıda" ve nasıl oluyorsa artık, hep onlar "haklı"... Örneğin bu grubu oluşturanlar içinde, soruyu bilemeyince, ülke ve hükümet sorunlarından girip, yaşadığı "mağduriyetler"i uzun uzadıya anlatanlardan tutun da Simmel'in para felsefesi kavramını bile "çocukken sünnette kirvesinin ona taktığı parayla, kirvesini ne kadar sevdiğiyle" açıklamaya çalışana dahi sıkça rastlıyorsunuz. Hatta "aile kavramını sosyolojik anlamda tartışarak, açıklayın" sorusuna, "aile çok önemlidir. Meselâ ben babamı çok severim. Ben küçükkken o bana dondurma alırdı, o günleri unutamam" şeklinde "derin" sosyolojik analizler de yapan bu kesim... Bunlar, bu yazdıklarıyla geçmeyi bekleme konusunda da en iştahlı grubu oluşturuyor. Bu gruptaki öğrenciler, aldıkları notlarda hiçbir biçimde memnuniyet emaresi de taşımıyorlar. Kaldıysa "hoca bırakmış", geçtiyse "kendi geçmiştir" bu akıllara zarar kural hiç değişmiyor. Bunlar için ilk öncelikleri dersten geçmek olsa da, hemen yanılmayın, dersten geçtiğinde geçtiği notu da hep beğenmiyorlar; hemen "niye DC oldu niye yukarısı değil" diye yine yakınmalara başlıyorlar. Bunlarda yakınma, hiç ve asla bitmiyor. Üstelik bu öğrencilerin hepsi kendisini birer Marx, Weber gibi görüyor olmalı ki, her yazdıklarının "doğru" olduğuna şaşmaz ve kesin bir kanaat getirmiş durumdalar. Marx bile (bazı konularda) yanıldı, bunlar yanılmıyor. Bu gruptakilerle konuşmak da onlara aldıkları notu "neden ve nasıl aldıklarını" anlatmak da çok zor. Bunların önemli bir kısmı drselerden kaldıktan sonra mail adresimi ileti yağmuruna tutuyorlar. Babasının oğluna seslenirmiş gibi tavırlar, hesap sorucu cümleler, işim gücüm yok da "onları dersten bırakmışım" imâsındaki metinler ve türlü türlü hadsizlikler vs. Şöyle dersek tam olacak: Meslek tahbibatı en yüksek grup da bu!

 Son grup ise, tam da soldaki karikatürde ifade edilen şekilde, BELİRSİZLER... Bu gruptakiler, sınav sorusunun kendilerinden ne istediğini anlamadıkları, bilemedikleri, çözemedikleri için, soruya bakıp, içinden ne geliyorsa o an aklına ne düştüyse yazan ve sırf sorudaki kelimeleri yanıtlarda kullandığı için puan bekleyen öğrencileri kapsıyor. Bunlar, sınav kâğıtlarına sosyolojik bilgiden çok, çevresinden görüp duyduklarını, tecrübe ettiklerini, dedelerinin, babalarının aktardıklarını vs. hiçbir elekten geçirmeden hisleriyle anlatan öğrenciler. Üstelik kâğıtlardan anlaşılıyor ki, sınavlara en az çalışan grup da bu öğrencilerden oluşuyor.
 
ZORUNLU EK! Son dönemde (2022-2023 Bahar Yarıyılı) olan gelişmeler neticesinde bu bölüme yeni bir ekleme yapmak zorunluluğu ortaya çıktı. Hani her şey çok eksikti başımıza bir de yeni bir grup çıktı: YAPAY ZEKÂCILAR... Bunlar kim mi? Bunlar, online yapılan sınavlarda, sınav sorularını zahmetsizce telefon ya da tabletlerine indirdikleri "yapay zekâ programlarına" soran, oradan aldıkları yanıtları da sınav kâğıtlarına/ödev formlarına yapıştıran kişiler. Taş atıp kol yormadan, terayağından kıl çeker gibi dersten geçmeyi plânlayan, çoğu kez de başaran bu gruptakilerin, hiçbir vicdanî sızı duymadan aldıkları yüksek notlarla gurur duyabilecek kişilerden oluştuğu da varsayılabilir.
Bu durumu tespit ettikten sonra ben kendi adıma tedbirlerimi aldım. Ülkede "adaletin" durumu ortada, fakat kendi kapımızın önüne bakma zorunluluğumuz devam ediyor.  Bu yüzden bizler adına online sınavlardaki "sınav adaletini" sağlamak için "yeni bir tip soru şekli" bulmak mecburiyeti hasıl oldu. Yapay zekaya uygun sorular... Bu soru şeklinin, sorular üzerine ince ayrıntılara kadar düşünme zamanı hesaba katıldığında, kendi adıma vakit kaybı olduğunu söylemeliyim. Hiç istemediğim halde sadece öğrenciler arasında oluşabilecek gar-ı adil durumu engellemek için böylesi sorular soruyorum. Online sınavlardan yüzyüze öğretime geçilince eski sistemimize döneceğiz.
Covid zamanı uzaktan eğitime geçilmişti ve tam dört dönem online ders yaptık. Sınavlar da online oldu ve intihalin (fikir hırsızlığı) önüne geçebilmek için öğrencilere sürekli "lüften kendi cümlelerinizi kullanın, herhangi bir internet ortamından alıntı yapmayın" uyarılarında bulunmak zorunda kaldık. Lakin o dönemden kalma bir alışkanlık olarak öğrencilerin diline bir cümle yapıştı:  Sorularınıza sadece kendi cümlelerimden oluşan yanıtlar verdim (ile başlayan), bu notu hak etmiyorum, sınav kâğıdımız bir daha okur musunuz? Nerede hata yaptım söyler misiniz? vs. vs. ile devam eden, satır altında sınavda verdiği "mükemmel" kâğıdı ders veren öğretim üyesinin kaprisleriyle beğenmediğini imâ eden bir sürü cümle... Öncelikle yazdıklarınızın "kendi cümleleriniz" olması, soruların sizden istediği karşılıkları sağladığını nereden çıkarıyorsunuz? Yazdıklarınızın kendi cümleleriniz (bu bazen "kendi yorumlarım" şeklinde sofraya geliyor) olması, onların hiç şüphe götürmeyecek şekilde DOĞRU oldukları, sorunun GERÇEK YANITI yerine geçecekleri anlamına mı geliyor? Lütfen bir miktar düşünelim!
Son olarak, tabi ki yapay zekânın insanlığın nasıl bir belası olduğu, koca bir dünyanın nasıl bir felakete sürüklendiği ve tüm bu gelişmelerin topluluklar üzerinde nasıl değişimlere yol açacağı ise buraların sınırlarını aşan konular... Naçizâne tavsiye, teknolojiden uzak durun! Kısıtlı ve sadece zorunlu işlerinizde kullanın. Fakat her biçimde hayat da sizin, tercih de, yani neticede siz bilirsiniz...



Sona yaklaştığımız şu anlarda şimdi sizlere rakamlarla bir "mağduriyet" örneği vereceğim. Yandaki ve aşağıdaki iki tabloyu iyice inceleyelim. Bu iki tablo 2016-2017 Güz Dönemi'nde Sosyoloji Tarihi I dersinin BÜTÜNLEME sonuçları. "Hoca bıraktı"diye diye okuldan mezun olan ve "ee hoca bıraktıysa nasıl geçtin?" sorusu karşısında hiçbir ahlâkî sorumluluk taşımadan "ben geçtim" diyenler için bu tabloyu şuraya asıyorum.

Bu tablo aslında şunu anlatıyor. O yıl bu dersi 147 kişi almış. İsimleri ilân edemeyeceğim için siz göremiyorsunuz, ben söyleyeyim. Bu dersten o yıl 61 kişi geçti, 86 kişi kaldı. Fakat ilginç olan bu değil. Şimdi tabloya bakın orada "Notu girilmeyen öğrenci sayısı" diye bir ibare var. Bu BÜTÜNLEME'ye gelmediği için notu girilmeyen öğrencileri ifade ediyor. bunları topladığımızda sayı 45 yapıyor. Yani sözün özü, kalan 86 kişinin 45'i aslında BÜTÜNLEMEYE GELMEYEREK "kalma haklarını kullanmışlar." Yani gelip, o 61 kişi gibi geçme şansları varken, sınava gelmemişler. Baktığımızda bu rakam %52 yapıyor kısacası alttan dersi alacakların yarısı kendi isteğiyle kalmış, diğerleri de sınava gelmişler ama geçememişler. Durumun özeti bu...

Metni buraya kadar okuyup, hâlâ daha, “hocam ne yapmalıyız?” diye soran varsa, son olarak şunları söylemeliyim. Ezberlerle, söylentilerle, uydurmalarla değil, (tüm yapmanız gerekenleri yaptıktan sonra) öğrendiğiniz kadarıyla ve metodolojik bir yorumlama ile anlatım yapmaya çalışın. Metodolojik (yani sosyolojik bir yönteme sahip) bir yaklaşım sergileyip, sorunun sizden istediği "sosyolojik anlamı" kavramlarıyla birlikte yakalamaya çalışın. Çünkü sosyoloji bolca okumak ve okuduklarınız üzerine düşünmek, tartışmak, yazmak eylemlerinin tümünü içerisinde barındırır. Bunlar da size, sadece sınavlarda değil hayatın her alanında, farkında olmasanız bile o "sosyolojik anlamı" (ki çok kıymetlidir ama maddî karşılığı yoktur) yakalamanızı, sizlerin bu konularda diğer insanlardan ayırıcı niteliklere sahip olmanızı sağlar. Topluluklar içerisinde resmen parlarsınız. Unutmayın YAŞAYAN HER FANİ BİR GÜN SOSYOLOJİ OKUMAK İSYETECEKTİR. Vakit varken sizler bu şansı iyi değerlendirin.

Beylik olacak ama okursanız, düşünürseniz ve tartşır, yazarsanız ufkunuz açılır; önünüze konan herşeyi yemezsiniz. Bu yüzden, size verilen kitaplara, makalelere, ek okumalar ile vb'ne hiç el sürmeden (en azından benim dersim için) dersten hızlıca geçme hayalleri kuruyorsanız, fazlasıyla hayal kırıklıklarına uğrayacağınızı da söyleyebilirim. Sınav kâıtları bir ayna gibi, her şeyi belli ediyor, biliniz. Bir biçimde dersten geçseniz bile (ki örnekleri var), sizlere hayat dersinden kalacağınızı söyleyebilirim. Burada "kalmadan", "zengin/başarılı olmayı" kastetmiyorum. Bu ayrı bir tartışma konusu... Hâlbuki öğrenciler yukarıda sıraladıklarımın hiçbirini yapmadan veya çok azını yaparak, "lise kompozisyonu" tarzı yazılarla derslerden geçmeyi düşünüyor. Klasik suçlular da hemen hazır: Sistem, hocalar, dersler, parasızlık, üniversite, yurt imkânları, dünya, bir türlü kurtarmaya gelmeyen uzaylılar vs. vs. Ama asla kendileri değil... Sizce burada bir sorun yok mu?... Bunlara ilave olarak, okuma ve yazma eylemi, düşündüklerinizi daha da güzel bir biçimde (hem sözlü hem de yazılı olarak) aktarmanıza da katkıda bulunur. Şunu iyi bilin ki, bir çoğunuz "kafanızdan geçenleri aktaramamaktan" şikayetçisiniz (ki bu bizlerin sıkıntısı değil), bunun yegâne çözümü, çok okuyup, okuduklarınızı derslerde veya arkadaşlarınızla tartışmak ve yazma denemeleri yapmaktır. Bu soruna ben de bir şey ekleyeyim, kafanızdakileri aktaramayınca, öyle anlamsız ve öyle bozuk cümleler kuruyorsunuz ki, okuyan hocalarınız hiçbir şey anlamadıkları cümlelerle dolu bu kâğıtlarınıza, nasıl puan verebilirler ki?

Üstelik, yoğun okumalar yaptığınızda hem başkalarından farklılaşma adına gelecek yıllara yatırım yapıyor hem kendinizi geliştiriyor hem de sınavlarda daha başarılı oluyorsunuz. Tabi ki, okumalarınızı bir haftaya değil, tüm yıla, hatta dört seneye yaymak kaydıyla... Zaten yeterli okumazsanız, kopyaya yöneliyor veya ezberleme kapasitenizi işleme sokmaya çalışıyorsunuz. Böyle olunca da çabuk unutuyorsunuz ve sizi ilerideki yıllara taşıması açısından geriye malesef hiçbir şey kalmıyor.

Ben esasen kâğıtlarınızda sosyolojik bilgilerin güzelce harmanlandığı, sosyolojik bir bakış açısı, tasavvuru ve özümsemiş bir alt yapıyla birlikte verilecek yanıtları arıyorum. Temelde bu tarz kâğıtlar veren öğrenciler, özellikle verdiğim 2. ve 3. sınıf derslerinden, sorunsuz geçiyorlar. Dahası, başta özenle belirttiğim gibi edebiyat, sanat veya kültür vb. ile uğraşmak, sizi fazlasıyla geliştirecek, sosyolojik tasavvurunuza sizin bile inanamayacağınız katkılar sunacaktır. Biliyorum ki, okumak, düşünmek, anlamak yorucu (ve pahalı) bir eylemdir ama insan, her zaman en büyük yatırımı sadece kendisine yapar, lütfen bunun bilgisini de itina ile aklımızda tutalım.

Son olarak şunu da eklemeliyim; benim sorduğum soruların sonu "açıklayınız, tartışınız, anlatınız, yorumlayınız" vb. kelimelerle biter ve sizden bu eylemlerin içeriğini ister. Unutmayın ki siz, ısrarla, daha önceki dönemlerden kalma bir alışkanlıkla "nedir?" ile biten soruların cevaplarını yazmaya çalışıyorsunuz. Ben sizden asla tanım veya bir sosyal olgu/durumun özelliklerini alt alta sıralamanızı istemiyorum. Hatta en sinir olduğum giriş cümlesi de "konuya geçmeden önce, .........'nın tanımını yapmamız gerekiyor" diye başlayıp devam eden cümlelerdir. Dahası sosyoloji bölümleri ve bu bölümlerde sorulan sorular, "nedir?" ile bitmez veya sizden tanım istenmez. Tanım, yine sizden ezberlediklerinizi yazmanızı isteyen bir soru şeklidir ve ancak mevzuyu basitleştirenler, sosyolojiyi bilmeyenler size "tanım isteyen" sorular sorup, ısrarla "tanım" yapmanızı beklerler. Çünkü bu kişilerin kendileri de belli konuları kalıpsal anlamda ezberlemiş, aynı nedenden dolayı da o kalıplar arasında sosyolojik bağlantıları kurma becerisi olmayan insanlardır. Bu konuya dikkat etmek ve yorumlamaya yönelmek, sizi geliştirdiği gibi, daha iyi bir sosyoloji öğrencisi olmanızı da sağlar. Son dönemde bir de şu moda çıktı. Sürekli ve her yerde bana "hocam ben yorum yaptım, bırakmışsınız ya da kaldım" deniyor. Birincisi, ağzımızdan çıkan her şey düşünce değildir. Düşünce zahmetli bir iştir. İkincisi yorumun içi doludur; desteklediği düşüncenin arkasını doldurur, besler ve tutarlı olmasını sağlar. Kavramlar, yöntem ve bir düşünce sistemi olmadan söyledikleriniz yorum olmaz. Laf kalabalığından başka bir şey yapmazsınız. Üstelik "yorum" diye yazdıklarınız, sınav sorularınız karşılığı değilse ben ne yapabilirim ki?

Şunu da aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Örneğin ben hiç aklımdan çıkarmıyorum. Sınavlara asla eşit şartlarda girmediğinizin fazlasıyla farkındayım, çünkü eşitlik kavramı ayrı bir sıkıntı ve bu, bir sınav içerisinde çözülecek bir sorun da değil. Böyle olunca, "daha az eşit olanlar"ın daha fazla çalışmaları, emek vermeleri gerekiyor. İnanın ki, hepimiz bu aşamalardan geçtik ve bir şekilde buralara geldik. Hayata küsen, mücadeleden yılan üzgünüm ki, kaybediyor. Dahası, Doğu'daki gençlerin/öğrencilerin yaşadıkları sıkıntıların sadece kendilerine özel olduğuna dair çok derin bir algıları da var. En fazla onlar "mağdur"lar, "devlet hep onları ezmiş", hep onlar altta kalmışlar vs. vs. Bu algı bizleri sadece içinden çıkılmaz bir bunalıma sürükler ve eğer ortada gerçekten bir "mağduriyet" varsa derinleşerek devam etmesini sağlar. Hayat, her yerde, her coğrafyada ve her biçimde bir mücadele, herkesin hikâyesi de kendine...

Olsa iyi olurdu, daha az yorulur ve yıpranırdık ama hiçbirimizin babası "zengin" değildi; dereceleri farklı olmak kaydıyla herkes zor şartlarda okudu, okuyor; hiçbirimiz (yaşamadan) Batı'daki imkânların daha iyi olduğuna, orada okusak her şeyin daha güzel olacağına kanaat getiremeyiz; hatta doktora yapmış "eğitimli" bir annenin çocuğu olmanın şimdikinden daha iyi olacağının da bir garantisi yok. Her şey bize bağlı, bunu aklımızdan çıkarmamalıyız.

Bu metne yaklaşık 9 saatimi verdim, sonradan yaptığım düzeltmelerle birlikte harcadığım zaman 20 saati bulmuştur. İyi yetişmenizi ve iyi öğrenciler olmanızı bekliyor, bunu amaçlıyor ve bir tek buna çabalıyorum. Bana bundan sonra, bu mevzuda gelen sorular olursa, soran kişileri doğrudan bu BLOG’a yönlendireceğim. Ben emek verdim, bu kadar yazdım, kısacası dixi et salvavi animam meam* … İnanın hiçbir şey kolay değil biliyorum ama pek çok şey sadece insan çabasına bağlıdır ve bundan sonrası da bir tek sizin gayretinize kalıyor...
 
Sonlara bir kez daha yaklaştığımız şu anlarda (bir türlü bitiremiyoruz😀) bir örnek olay paylaşayım sizlerle... Her sınav sonrası yine mail kutusu ağzına kadar ileti dolu.. İtiraz eden, bin türlü mazeretini aktaran, hatta satır altında beni "adil davranmamakla" itham etmeye çalışan ve bir sürü taleplerle gelen genç arkadaşlarım... Bu arada bazı şeyleri öğretmek de yine bizim gibi "ihtiyarlara" düşüyor. Örneğin, şu yukarıdaki taleple bizlere geldiğinizde bu talebin karşılığını bulabilmesi için, yani tutarlı ve ahlâklı bir tutum sergileyebilmeniz adına, "iyi not" aldığınız bir önceki sınav için de mail atıp, "hocam beklediğimin üzerinde not aldım, bir hata olmasın" diye sormanız gerekiyor. Tabi öğrenciler her yazdıklarıyla 90-100 bekledikleri için ben de fazlasıyla iyimserim ya neyse... 😀
Bu örnekte öğrenci vizede 90 almış, finalde 10 almış ve bütünlemeye kalmış. Olabilir, doğaldır... Tersini de çok gördüm ama tersinde kimse gelip "nasıl 100 aldım?" demedi. Nasreddin Hoca'nın meşhur cümlesi buraya iyi uyuyor: "Kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne mi inanmıyorsun?" Ha öğrencilerin kâğıtlarını satır satır okuduğumdan hiçbir şekilde aldıkların notların hakkı için tekrardan kâğıtlarına bakmıyorum, bakmadım, bakmam da... Beyhude istekler bunlar!... Bu arada bilginiz olsun, sınav kâğıtlarının tekrardan gözden geçirilmesini istiyorsanız Bölüm Başkanlığı'na dilekçe vermek zorundasınız. O dilekçe sonrası da sadece maddî hata (yanlış not girilmesi gibi) "var mı? Yok mu?" diye sınav kâğıtlarınıza bakılabiliyor. Doğrusu, yönetmelikte olanı bu, başka uygulamaların tümü keyfi...
 

Şimdi şu soruları ciddi biçimde kendi kendinize sorun bakalım:
1) Dersten geçmek için ne yaptım?
2) "Hoca" olsam ve bu soruları ben sorsam, sınavda verdiğim kâğıdın içeriğiyle bu dersten geçebilir miydim?
3) Dersler için verilen kitap, dergi, makale vb.'ni aldım mı? Ders materyallerini tamamıyla, üzerine düşünerek ve anlayarak okudum mu? Üzerine başkalarıyla tartıştım mı? Derslerde kafama takılan yerleri dersi anlatan hocalarıma sordum mu?
4) Alttan kaldığım dersleri haftası haftasına takip ettim mi? Değişen hocalardan ya da ders içeriklerinden haberim var mı?
5) Dersin sınavına son gece mi çalıştım, yoksa düzenli haftalık çalışmalar yapıyor muyum?
6) Derslere imza atmak veya "laf olsun" diye mi geliyorum, yoksa öğrenmek için mi?
7) Sınavı yapan öğretim elemanı baktığında kâğıdımda not verecek yeterli cümle bulunmamasına rağmen, dersi veren öğretim elemanı beni o dersten neden geçirmek zorunda? Kâğıda her yazdığımla dersten iyi notlar almak zorunda mıyım? Öncelikle bu diğer arkadaşlarıma "haksızlık" değil mi?
8) Herkes, her yazdığı ile geçmek zorunda mı?
9) "Herkes geçecek"se niçin ders veriyoruz? "Çalışan/çaba harcayan" ile "yatanı" nasıl ayıracağız? Sınav diye bir şey neden var? Yoksa adalet istemiyor musunuz? Ya da sadece kendiniz için mi istiyorsunuz?
10) Neden dersten geçtiğimde "ben geçtim" oluyor da, kaldığımda "hoca bırakmış" oluyor? Öğretim elemanlarının manyak mı ki hepinizle (hiçbirinizi tanımıyoruz) teker teker sorunları mı var? Veya sizleri dersten bırakarak gizli hazlar falan yaşadığımızı mı düşünüyorsunuz?
11) Alttan aldığım derslerin sınavlarında sorulmuş soruları, "neden yapamadığımı" düşündüm mü? Bu sorular üzerine daha sonra  kendi kendime tartıştım mı? Soruları neden yapamadığıma dair gerekli dersleri çıkarıp, kendi kendime bir muhasebe yaptım mı?
12) Sınavlarımın tümünde 3 soru sorar, seçtiğiniz 2'sini yanıtlamanızı isterim. Bu sebeple, seçtiğiniz 2 soruya da olabildiğince doyurucu yanıtlar vermek zorundasınız. Çünkü tek soru (50 puanlık) ile (eğer muhteşem biçimde yanıtlamadıysanız, ki çok seyrek karşılaşılıyor) geçme şansınızın düşüklüğünü, sanırım siz de takdir edersiniz.
13) Önemli miktarda öğrenci bütünlemelere girmediği için, burada özellikle bu soruyu sormam gerekiyor: Kaldığım dersin bütünlemesine girmemişsem, o dersin öğretim elemanı mı beni bırakmış oluyor, yoksa ben kendi "kalma hakkımı" mı kullanmış oluyorum?
14) Çok az da olsa, dersten bütünlemeye kalan veya alttan alan öğrenciler, bazen orada burada karşılaştığımızda nefret veya öfke dolu gözlerle bizlere bakıyorlar. Bu benim, kişisel olarak çok rahatsız olduğum bir durum... Oysa, nasılsa hepiniz mezun olacaksınız; çünkü beğenmediğiniz, ha bire yakındığınız "sistem" tam da bunu öngörüyor. Sistemin motto'su şu: Herkes şartsız-koşulsuz mezun olacak... Örneğin, ben lisansta okurken (1991-1995) tam üç kez vize: 40 - final/bütünleme 55 şeklindeki notlarla farklı derslerden kaldım, o dersleri bir kez daha alttan alarak geçtim. Meselâ o zaman "dersin hocasına gidip, türlü bahaneler söyleyip bana 1 puan (yazıyla BİR) vermesini istemek" hiç aklıma gelmedi. Hoca da haklı olarak "bu öğrenciye 1 puan vereyim de geçsin" diye düşünmedi. (Tam burada 20 yılda değişen değerler ve ahlâka da aman dikkat!!!...) Bugün sizler vize: 20 final 50 olunca, 36 not ortalamasıyla paşalar gibi derslerden geçiyorsunuz. Eh gerisini sizler düşünün artık... Öyleyse hangi hakla bu sistemden yakınıyorsunuz ki? Sizin eğer TEK AMACINIZ mezun olmaksa, sistem size daha ne yapsın? Sonuç olarak sizler yine aynı bakışlarla hayatınıza devam edebilirsiniz, sorun değil de peki öyleyse durum böyleyken bizler bu "düşmanca" bakışları hak edecek ne/neler yapmış olabiliriz?

Ve en hayatî iki soru:
15)  Verdiğiniz yanıtlar, o sınavdan başarılı olacak içerikte değilse, öğretim elemanı beni neden ve niçin hak etmediğim bir dersten geçirmek zorunda? Çalışıp emek harcayan ile daha az veya hiç çalışmayan da mı geçmek zorunda ve neden? Hocalarınız sizleri, soruların sizden istediği doğru yanıtları vermeseniz dahi, istisnasız derslerden geçirmekle mi mükellefler?
16) Dürüst ve adil bir öğretim elemanı mı istiyoruz, yoksa "hak eden" ile "hak etmeyeni" ayırmadan herkesi derslerden geçiren, bir yıl öyle bir yıl böyle davranıp hâle göre muamele yapan, gevşek davranan, tutarsız, "vicdan yapıp" bazı öğrencileri kayıran, kişiye göre not veren, gayr-ı adil birine mi ihtiyacımız var?
Bir başlığı yerine getirmek kimseyi kurtarmıyor tabi... 

***********************************************************

* Latince lakırdı, anlamı: Söyledim ve ruhumu kurtardım

** Metin başlığındaki Tablo: Michelangelo’nun Melekler tablosu… Tam ismi Michelangelo di Lodovico Buonarroti Simoni, İtalyan rönesans dönemi ünlü ressam, heykeltıraş, mimar ve şairidir.

13 yorum:

  1. Hocam, Toplum Felsefesi 2012 Final sınavını cevaplayan "gececi" arkadaşın her iki cevabı da şaşırtıcı bir şekilde doğru =) O arkadaşın da ciddi ciddi dahi olduğunu düşünüyorum =)

    Umarım geçmiştir dersten.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O sınav kâğıdını WEB'den buldum. Kâğıt sahibinin akıbetiyle ilgili bir bilgim yok. Kişisel olarak söyleyeyim, ben o cevaplarda dahilik falan görmedim.
      Dalga motora bağlanmış, sulu Ekşi Sözlük modunda bir dil tutturulmuş. Tam da bugünlerdeki genel nesile uygun. Doğru Ekşi Sözlük yazarı olarak başarılı olabilir ama akademik olarak pek bir şansı yok.
      Yanıtların doğruluk payı ise çok sınırlı ve çok tartışılır. Ha bu tip yanıt veren kişiler bazı hocalardan geçer ama benden geçemez. Sorunun ondan istediği bu değil, sizler hoca olduğunuzda bu kâğıtları verenleri geçirebilirsiniz, bunda bir sorun yok..
      Son söz: "Dehalık" buysa hepimize kolay gelsin :)

      Sil
  2. öncelikle yazınızı beğendiğimi söyleyeyim.Buradan teşekkürlerimi ileteyim. bende birkaç yazılıda ( takılanlar grubu hariç) bu tip sınav kağıtları vermiştim.
    hocam doğru söylüyorsunuz adam tam ciddilikten uzak.ad soyad no sunu yazarken bile alaycı bir tavır takınmış doğal olarak eksiklik burada. İlişkiyi dediğniz gibi
    kendine göre cevaplamış ve takılmış. Yazılıda böyle cevap vermesi gereksiz ve dersten geçirilmemeli. Ayrıca Cevapları yazan kişininin
    dahi olduğu buradan anlaşılmaz. ilkokul beşinci sınıf öğrencisi değil, erişkin bir üniversite öğrencisidir. Eğer ilkokul da böyle birşey yazmış olsaydı dahi diyebilirdik.
    Kendimden örnek vereyim ben ilkokul beşte böyle bir isimden haberdar bile değildim.

    konuyu fazla uzatmadan devam edeyim. Weber din adamlarını giysi ve görünüş bakımdan eleştiriyor. Zaten protestanlıkta katolikliğe karşı
    bir eleştiri ve başkaldırıdır. prostestanlık görünüş anlamda katolikliğe benzemez. Sakalsız veya sadece bıyıklı ve seküler bir imaja sahiptirler, dine çok fazla da önem vermezler. adeta din ile
    mesafelidir. Kapitalizim ise dini reddeder. Protestanlık ta dine çok fazla önem verilmediği için Protestan iş adamları, kapitalizmin her türlü stratejisinden, " nimetlerinden"
    faydalanır. Adminin dediği AVM'de ise din adamlarının giysisi satılmaz. Böyle giysiler terzilerde diktirilir ve satılır.
    AVM'de satılan giysier kapitalizme uygundur ve sekülerdir. Terzilerin kazancı azalırken , AVM gibi yerler kat kat kazançlarını arttırır. Din adamları da bu kıyafetleri satın alır. (Tahminimce din adamları kilsesinde kendi kıyafetlerini giyerken, dışarıda seküler görünmek zorundalar. protestanlıkta öyledir )
    Adminin dediği kapitalizm patlaması buradadır.

    sizlere somut bir örnek : Vitali Hakko, 1923'te Cumhuriyet kurulmadan önce zengin bir işadamı değildi. Hatta
    fakirliğin de altındadıydı. Mustafa Kemal, ne zaman cumhuriyeti kurdu ve ne zaman islam dinini ve müslüman
    din adamlarını "yok etmeye" başladığı an, Vitali Hakko zenginleşmeye başladı ve Türkiye Cumhuriyeti'nde
    kapitalizmin öncülerinden oldu.

    Mustafa Kemal şapka devriminde herkesin şapka giymesini istedi. Din adamları da buna dahildi. Cübbeler
    sarıklar çarşaflar vs. giysiler çıkarılacak, başa şapka takılacaktı. Bundan sonraki süreçte şapka satışları arttı.
    Vitali hakko da sürekli şapka satmaya başladı, nasibini aldı ve çok zenginleşti.

    Dinin etkisizleştirildiği veya protestanlaştırıldığı an kapitalizm yükselişe geçer. Bir de bu devlet eliyle olursa
    " tadından yenmez."
    Biraz bakış açımızı genişletelelim .... Kısmen doğru yanıtlar var.

    cevap biraz uzun fakat açıklamam gerekirdi.

    YanıtlaSil
  3. Protestanlık ("protestansı islam") ile kapitalizm arasındaki ilişkiyi en belirgin biçimde FETÖ kuracaktı. Fakat bunda biraz başarılı da oldular. İçeri tıkılmasalardı yapacakları ilk iş o olurdu. Ülkeyi satacaklardı mevzusunun bir kısmı budur kanımca

    YanıtlaSil
  4. Yazıyı okuyamadım kusura bakmayın yarın sımav var bunu okuyacağıma sınava çalışmak daha mantıklı şimdilik tabi bunu not alayım sınavlardan sınra memlekete giderken zevkle okurum inşallah

    YanıtlaSil
  5. Hocam yazınız için teşekkür ederim.Sosyoloji 1. sınıfım hocalarım bize içselleştirme yapmamız gerektiğini söylüyor ama bu nasıl yapılır bilmiyorum bana açıklayabilir misiniz?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Gülçin, hocaların güzel bir noktaya temas etmiş. Evet, içselleştirme yapmak önemlidir. Kendi kültürün ya da yaşadığın çevrenin kurallarını öğrenirsin, kabullenirsin. Dhası bununla da kalmayıp, bir toplum bilimci adayı olarak ele aldığın toplumsal, kültürel, dinsel ya da etnik vb. yapıları anlamaya ve yorumlamaya çalışman için de iyi bir yoldur içselleştirme. Çünkü analiz nesnelerinin anlam dünyalarına ulaşman için de gereklidir. Alt anlamları okumanda da yardımı dokunur. Kolaylıklar ve iyi çalışmalar...

      Sil
    2. Cevap verdiğiniz için teşekkür ederim. Hocam dersleri çalışıyorum ama başarılı olamıyorum.Sosyolojik açıdan kendimi geliştirmek için ne yapmam gerek hangi kitapları okumalıyım bana yardımcı olur musunuz?

      Sil
    3. Öncelikle sabırlı olmak gerekiyor. her şeyi hemen istememek gerek. Pek çok şey aslında zaman işi. Sosyolojik gelişim için, klasik sosyologların eserlerini okumakla başlamak en iyi yoldur. Saint Simon, Comte, Marx, Weber, Durheim, Simmel, Dilthey, Pareto vb.'den günümüze devam eden bir süreç var. En baştan başlamak her zaman en iyi tercihtir. Zaman seni yetiştirecektir. Sevgi ve selâmlar...

      Sil
    4. Saygıdeğer hocam, 6 saatlik emeğiniz için teşekkür ederim. Lakin benim ideal mesleğim psikoloji.Sosyoloji sevenler için saygısızlık yapmak istemiyorum ama, sosyolojiden dersleri yüksek tutup psikolojiye geçmek istiyorum. Sizi tanımıyorum sadece bir google araştırması yaparak buldum ve bu okuduğum en dolu içerikti. İnşallah sabırlı olur ve o yetkinliğe erişebilirim. Tekrar teşekkür ederim.

      Sil
    5. O altı saatlik emeğin güzel yerlere dokunduğunu gösteren bir yorum olmuş. Bu da beni memnun etti. Başarılar ve şans yanınızda olsun...

      Sil
  6. Bana cevap verdiğiniz için teşekür ederim.Beni çok mutlu ettiniz.Tavsiyenize uyacağım.İyi ve mutlu günler.

    YanıtlaSil
  7. Bastan aşağı okudum ve gerçekten zevk alarak okudum.Bazı yerlerde güldüm 😁kendimi gördüğüm için olabilir aslında.Bu donemin vizesinden kaldım hemen hemen hepimiz kaldik notlar aciklaninca niye bana o kadar düşük VERMIS diye itirazlarda bulunduk arkadaşlarla,hemde ek kağıt bile istemisken nasıl olur da BIRAKIYOR dedik.Sonra üst sınıflardaki arkadaşlarla konuşma kararı aldım acaba yavuz hoca gerçekten hiç geçirmiyor mu diye aldığım cevap tam olarak buydu:eğer calisirsan yavuz hoca hakkını verir dediler.Bende gerçekten çalışmaya karar verdim ve dersi daha etkili dinledim,severek dinledim,makaleler okudum ve geçtim:)Üstelik nadir geçenlerin arasindaydim sinifta demekki emek verince oluyormuş dedim kendi kendime.Ayrıca yavuz hocaya denk geldiğim için kendimi şanslı hissetmiyor değilim,gerçekten bir insana bir seyler katabilecek biri.Teşekkür ederim hocam.

    YanıtlaSil