Aşağıdaki metin, 26 Ocak 2014 Pazar günü
HABERTÜRK Gazetesi’nde yayınlanan röportajımın, daha sonra üzerinde çalışarak genişlettiğim halidir. Gazete
satırlarının sınırlılığı içerisinde anlatamadığım, yine aynı sayfa sınırı
sebebiyle bahsetmemin mümkün olmadığı konuyla ilgili pek çok şeyi, aşağıdaki sorulara verdiğim yanıtlarda
bulabilirsiniz. Röportaj soruları Habertürk Gazetesi'nden Kürşad Oğuz'a aittir.
Habertürk Gazetesi'de yayınlanan röportaj metnine şu linkten:
Yine aynı gazetenin internet sayfasında biraz daha geniş olarak yer alan aynı röportaja şu linkten:
http://www.haberturk.com/yasam/haber/915730-gerilimin-paralel-analizi
ulaşabilirsiniz.
Hayatım boyunca insanın zihnini ve enerjisini tüketen, yaşama umudunu hırpalayan, özgürlüğü ile üretkenliğini yok eden büyüğünden küçüğüne kadar bütün iktidar ve güç odaklarına, onların menfaat ilişkilerine, dillerine, zihniyetlerine uzak duran birisi olarak, oldukça rahatsız olduğum bir mevzuyu da özellikle belirtmeliyim ki, birçok internet sitesinde, gazetede yayınlanan röportajımın içerisinden bazı cümleler alınıp, önü arkası kesilerek manşete taşınıp, en hafif tabirle rezilce haberler yapıldığına da bu röportaj vesilesiyle tanık oldum. Zaten beni tekrardan bu metni genişletmeye ve burada yayınlamaya sevk eden etken de esasen artık normalleşen, bu yolla da meşruiyet kazanan böylesi ahlâksız bir durumdu. Bu yüzden, neresi ve her kim olursa olsun, aşağıdaki metin dışındaki bir yazıya, röportajın yayınlandığı gazete dışındaki devşirme metinlere veya haberlere asla itibar edilmemesini özellikle rica ediyorum.
RÖPORTAJ METNİ:
ulaşabilirsiniz.
RÖPORTAJ METNİ:
Fethullah
Gülen nasıl Türkiye’nin en etkili kişilerinden biri oldu?
Bunun pek çok politik ve tarihsel nedeni var.
Politik olarak, Osmanlı’dan günümüze uzanan ve İttihatçılık geleneğinin
karşısında yer alan İslâmcılık geleneğinin 1990’larla birlikte yükselen yeniden
dindarlaşma ve sonucunda 2000’li yılların başından günümüze kadar uzanan bir
iktidara gelme durumu söz konusu. Gülen’in ve cemaatinin tarihsel şansı da
zaten, kısaca, bu yükseliş dönemine denk gelmesiyle açıklanabilir.
Kitabınızın
adı “Altın Nesil’in Peşinde.” Nasıl bir nesil tasarlıyor Fethullah Gülen?
Başbakan son yıllarda “dindar nesil” diyor. Fethullah Gülen’in Altın Nesil’iyle
AK Parti’nin Dindar Nesil’i arasında nasıl bir fark var?
Aslında aynı içeriğe referans yapan kavramlar
bunlar. Zaten gelecek ile ilgili düşünsel bir kurgu yapanlar, bu gelecek
tasavvurlarına ulaşılması gereken bir hedef koymazlarsa, o tasavvur “ideal
olma” bakımından eksik kalır. Vaktiyle Kemalistler için bu hedef “muasır
medeniyetler seviyesi”ydi. Nesiller bir modernleşme projesi etrafında
örgütlendi. Gülen’in hedefi ise, Türk İslâm yorumunun açacağı bir yoldan
ilerleyerek, bütün İslâm âlemi olarak yeniden bir “asr-ı saadet dönemi”ni
yaşamak ve bunun tüm dünyaya yayılmasını sağlamak (“örnek olma” adıyla dile
getirilir) etrafında şekilleniyor. Tabi ki böylesi tasavvurları yapanların, taşıyıcılar’a ihtiyacı vardır. Bu taşıyıcı’lar daima, “gelecek nesiller”
olur. Böylelikle aynı yüce misyon, gençlerin omuzlarına bir görev biçiminde
yerleştirilir ve bu misyon, bir süre sonra taşıyıcılar
için, nesilden nesile aktarılan kutsal (aslında ideolojik) bir mirasa dönüşür. Bu
bakımdan, Gülen’in de Başbakan’ın da düşündüğü “altın nesil” ile “dindar nesil”
tasavvurlarının arasında bir içerik farkı yok. Her ikisi de bir “dindar toplum”
projesi olan asr-ı saadeti hedefliyor, her ikisi de bu dönüşümün yolunun
eğitimden geçtiğini bildiği için birisi yıllardır Türkiye’de (ve Dünya’da)
okullar açıyor, diğeri iktidar imkânlarını kullanarak eğitim müfredatlarını
değiştiriyor. Neredeyse bütün MEB yöneticilerinin ilahiyatçılardan oluşması “takdir-i
ilâhî” değil herhalde? Fakat tüm bu mühendislik uğraşları, bir an gelip mevcut toplumu
değişim karşısında sabitleme düşüncesine ulaşacağı için kendi zeminlerini
kaybetme tehlikesini de içerisinde taşıyorlar. Bu yüzden tutunma ihtimalleri yok
ama birkaç nesil yok yere tüm enerjisini buna harcıyor.
Fethullah
Gülen nasıl bir toplum tasarlıyor? Cemaat son yıllarda bu toplum tasavvurunu
hayata geçirmek için siyasallaştı mı?
Cemaat her dönemde siyasaldı, bu yeni değil.
Aktif siyasetin içerisinde olmamak “siyasallaşmamak” değildir. Yaptığımız her
uğraş, siyasaldır. 1980’lerin ortalarında İzmir Buca’da yaz kampları düzenleyen
Gülen ve takipçileri, yavrukurt faaliyeti mi yapıyorlardı? Yapılan faaliyetin
içeriğinde din varsa, bunu politik saymayacak mıyız? Bizatihi dinin bir toplum
projesine dönüştürülmeye çalışılması, politiktir, ideolojiktir. Bu bakımdan,
cemaatin siyasallaşması ve Gülen’in toplum tasavvurunu hayata geçirme çabası,
son 8-10 yıla özgü bir durum değil. Bu dönemde bir vahaya dönüşen ortam olmasaydı
da cemaat bu ideal peşinde çaba harcıyor olacaktı.
Fethullah Gülen’in tasavvur ettiği toplum, tabi
ki İslâmî bir toplum. Gülen elitist bir İslâmcı olduğu için, onun tasarladığı
toplum da İslâmî kuralların kayıtsız, şartsız uygulandığı bir toplumsal içerik
taşıyor. Bütün sorunların İslâmî kurallar ve bakış açısıyla yorumlandığı bu
toplumda, adalet, huzur ve güven en temel vaatler şeklinde sivriliyor. Bu
açıdan baktığımızda, modernitenin insanlar üzerinde un ufak olan ve travmatik
yaralar bırakan vaatlerinin, Gülen’in toplum tasavvurunda İslâmî içerikle yeniden
düzenlenip, sunulduğunu görüyoruz.
Cemaat,
yargıda ve poliste “ikinci bir devlet” olacak kadar ileri gitmiş olabilir mi?
Yoksa yaşananları, Gülen Hareketi’nin temsilcilerinin söylediği gibi “yargıda
ve poliste Gülen’e sempati duyanlar olabilir” diye mi değerlendirmek lazım?
Öncelikle “ikinci bir devlet” lafı, oldukça pozisyonel
bir kelime. Sizi bir tarafta yer almaya zorunlu kılan sinsi bir yanı var. Buradaki
mevzu, kabaca, bir süre iktidarı (ve toplumsal rantı) paylaşan iki kesimden
politik güce sahip olanın, artık diğerine ihtiyaç duymaması, hatta o diğerini
artık bir “tehdit” olarak görmesi neticesinde ortaya çıkan politik bir
mücadele. Bu mücadelede de politik gücü elinde tutan kesim, diğerini
ötekileştirmek için “ikinci bir devlet” ya da “paralel devlet” gibi ayrıştırıcı
ve insanların pozisyon almasını gerektirici ayrımlara gidiyor. Asıl gücünü ahlâktan alan ve en temel ayrım
olan “iyi” (biz) ve “kötü”den (onlar) beslenen böylesi yapay ayrımlar, 3. bir
ihtimal şansını baştan yok etmesi sebebiyle oldukça işlevseldirler. Zaten
siyasî iktidarın 12 yıllık geçmişine ve kullandığı dile baktığımızda, gerilim
dönemlerinde böylesi ikili ayrımları sıkça yaptığına şahit olduk. En tazesi, “%
50’yi evde zor tutuyorum” lafıdır herhalde…
Birincisi ne kadar sizi bir pozisyon almaya
zorluyorsa, ikinci soru da bir o kadar bunu gizleyerek yapan bir içeriğe sahip.
O zaman bu soruya, şöylesi başka bir sorularla karşılık vermek gerekiyor:
Yargıda ve poliste, Gülen’e veya cemaate sempati duyanlar, nasıl böylesine özel
mevkilere gelebilmişler? Meselâ aynı mevkilere sosyalistler, Kürtler ya da LGBT
bireyler neden gelemiyorlar? Daha da vahimi, bu mevkilere gelenler, bu sıraladığım
gruplara neden sempati duymuyorlar? Amaçlanan herkesin bildiğini buğulama olsa
da; konu, bu kadar basitleştirilip, empati kurulacak hâle getirilecek bir içerik
taşımıyor.
Kitapta,
“Gülen düşüncesinde devlet, ilahi bir düzenin tesisi açısından ayrı bir öneme
sahiptir… Devletten mutlaka tasdik alınmalı, yapılacak işlerde ‘Türk toplumu,
idaresi, hariciyesi, istihbaratı, maliyesi devlet çizgisi ile aynı çizgide
olmalıdır’, yoksa hiçbir şey yapılamaz” diye anlatıyorsunuz. Gülen Hareketi ne
oldu da bu “devlete itaat” çizgisinden saptı? Gülen düşüncesindeki devlet artık
“kendi devleti” mi?
O bahsettiklerimin hepsi ve daha fazlası,
Gülen’in yazdığı metinlerde bolca var. Gülen yaşadıkça, “devlete itaat”
çizgisinden sapmaz, Gülen sonrası cemaatin tavrının bu konuda ne olacağını ise
bilemeyiz. Gülen’in ve cemaatinin şu anda devlet ya da yapısıyla ile ilgili bir
sıkıntısı yok, sıkıntı, Başbakan ve çevresiyle ilgili. Görünür olma konusunda
isteksiz olan cemaati ayırarak söylüyorum, okumalarımdan tanıdığım kadarıyla
Gülen’in, Başbakan’a hiçbir zaman kanı ısınmadı; kerhen ve cemaatinin
menfaatleri açısından “destek veriyormuş” gibi göründü. Meselâ Gülen’in yazdıklarına
baktığınızda Başbakan’ın, bahsedilen devlet adamları ve yönetici tariflerine uymadığını
görürsünüz. Bu anlatımlardaki olumsuz durumlar için, sanki Başbakan
anlatılmakta gibidir. Keza Gülen, ne Atatürk’ü ne İnönü’yü ne de bir başkasını
eleştirdiğinde asla isim kullanmayan birisidir. Ama dikkatli okuyucular, kimi
kastettiğini anlar. Dolayısıyla burada “devlete itaat” çizgisinden bir sapma
yok.
Fakat hakkını da teslim etmek gerekiyor,
Gülen’in “kendi devleti”ni oluşma, bir “paralel devlet” olma gibi bir ideali de
yok. Zaten böyle bir düşünce Gülen fikriyatına aykırı. Onun asıl derdi, önemli
mevkilerin İslâm’a bağlı, inançlı kişilerce doldurulmasıydı. Tabi bu kişiler
cemaate mensup olurlarsa, bundan daha güzeli düşünülemezdi. Bu yüzden Gülen,
1980’lerde cemaat mensuplarına “vali olun, kaymakam olun, emniyet müdürü olun”
derkenki pozisyonunu aynen koruyor. O nesil, 2000’lerde bu hayali
gerçekleştirdi, politik iktidarın gücü ve omuz vermesi neticesinde bu mevkiler
cemaat mensuplarınca bir bir ele geçirildi. Sıkıntı, bu mevkilerin şu an
kaybedilmesinden kaynaklanıyor. Yani sorun “devletin sahipliği” değil, ki en
son Gülen Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektupta “kamu kuruluşlarında girişte
sıkıntı yaşandığı söyleniyor” diyerek, tam da fikriyatına uygun biçimde bunu
itiraf etti.
Gülen
sonrası cemaat ve tavrı ne olur?
Yerine kimin geçeceğine dair ufak da olsa bir
sarsıntı geçireceği kesin. Fakat, cemaat kaldığı yerden devam eder. Neticede
bir cemaat önderi yazdıklarını ve kayıtlarını geride bir miras olarak bırakır.
Birileri bunları sahiplenir, başka birileri farklı bir yorum getirerek, o
gruptan ayrılır. Yani Said-i Nursî’den sonra ne olduysa o olur. Cemaat,
günümüzde tek merkezden kontrol edilemeyecek kadar genişlemiş durumda olduğu
için, ki bugün ben, Gülen’in bu kontrolü “önder” koltuğunda oturmasına rağmen
asgarî düzeyde başardığına inanıyorum. Çünkü Gülen oldukça yaşlandı ve hasta. İnternete düşen telefon kayıtlarında da gördüğümüz gibi, bir öneri getirmiyor, artık kendisine danışılan sınırlı şeyleri onaylamakla mükellef. Bir de insan hangi camia olursa olsun onun "büyüklüğüyle" övünürken dikkat etmeli, bu sayısal "büyüklük" bir an gelir, tek merkezden yönetilebilir olmanın ötesine geçer. Bu sebeple, Gülen sonrası ayrışmalar
kaçınılmaz gibi görünüyor.
Cemaatin tavrında bir değişiklik olmaz. Başbakan
hariç kim gelirse gelsin, arayı bulmaya çalışacaklardır. Çünkü cemaatin bir siyasî
mücadele tarihi yok, bütün geçmişleri “kendilerine dokunulmaması” üzerine
kurulu dönemsel ittifaklardan oluşuyor. Şu günlerde olan biten bir mücadele
değil, mevcut kirli siyasetin yine sahne alması. Ben Gülen’in bu olan bitenden
çok rahatsız olduğunu ve kendi içinden “devletin yıpratılmaması gerektiğini”
geçirdiğini düşünüyorum. Ama dediğim gibi, hem Gülen yaşlandı hem de cemaat
Gülen’in bile bazı açılardan kontrol edemeyeceği kadar genişledi. Üstelik, Gülen ve cemaat mensupları arasında da bazı tavırlar, uygulamalar ve fikriyat açısıdan farklılıklar olduğunu da görmek zorundayız.
Cemaat uzun
yıllar aydınlar tarafından STK olarak görüldü. Bu doğru muydu? Artık tamamen
siyasallaştı mı? Siyasallaştıysa cemaat özellikleri kayıp mı oldu?
Pek çok kavramda olduğu gibi, Türkiye’de STK
anlayışı da ayrı bir sıkıntılı durumu içeriyor. Bu öylesine arızalı bir durum ki, başkanı
iktidar partisine üye köşedeki “Güvercin Severler Derneği” bile, STK olarak kabul görüyor.
Ülkede, asker dışındaki herkesi “sivil” olarak ele almış, üstelik “sivilliğin” de
aslen bu olduğunu zannetmiş bir zihniyet ve buna yönelik bir tedrisat mevcut. Böylece, sadece “asker karşısında
duruyor” görünmeyle “demokrat olma” da kolaylaşıyor. Dahası bu kavramlar, bu
kadar kolay yoldan ulaşılacak bir yerde bulunmadığı gibi, bu kadar basit ve sıkıntısız
elde edilen kimlikler de değiller ama bizim ülkemizde havada uçuşuyorlar,
tutanın elinde kalıyor.
Evet, yıllarca Gülen Hareketi kendisini
“hizmet” üzerinden kurduğu bir anlam hâlesiyle efsunlaştırılmış şekilde, “sivil
toplum kuruluşu” olarak ifade etti. Epeyce kişi de bunu böyle gördü ve kabullendi.
Halbuki, sizi içerisine çeken politik, ekonomik, kültürel vb. ne kadar merkez
varsa, onlara ne kadar uzaksanız, aradaki mesafe ne kadar fazlaysa o kadar “sivil”
olursunuz. Devletin her daim yanında, devlet zihniyetiyle hemhal olarak, resmî
yorumlarla asla ters düşmeden (Gülen’in 12 Eylül ve 28 Şubat’a verdiği
destekleri anımsayalım), hatta son dönemde olduğu gibi politik iktidarla bilfiil çalışarak “sivil” olamazsınız. Dolayısıyla, ben Batılı anlamda “Türkiye’de
bir STK var mı?” diye bir soruyu kendi kendime sorarken, cemaatin ne dün ne de
bugün STK olduğunu söylemem mümkün gözükmüyor.
Cemaat hep siyasîydi, gönüllü bir takım
yardımlar yapması (“hizmet” diye ifade ediliyor) bu yapının “siyasî” olmasının
önünde engel değil ki… Kafanızda gelecekteki topluma dair bir tasavvur varsa ve
bunu uygulamak için elinizden ne geliyorsa yapıyorsanız, bu yaklaşımın kendisi
politiktir, hatta daha doğru bir tabirle ideolojiktir. Yapılan eylemin “din”
veya “insaniyet” adına olması bunu değiştirmez.
“Parti
kursunlar, sandıkta hesaplaşsınlar” yaklaşımı doğru mu?
Bu anlayışın, Türkiye’deki siyasetin temel
sıkıntılarından birisi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öncelikle, demokrasi bir
kültür meselesidir. Demokrasiyi sadece sandıktaki oy oranlarına indirgerseniz
(ki bu söylem rağbet görüyor), onu, size oy verenlerin belirli aralıklarla
oynadığı bir tiyatro oyununa dönüştürürsünüz. İşte Türkiye uzun süredir bunu
yaşıyor. “Çoğulcu” değil, “çoğunlukçu” bir politik zihniyetin tezahürü olan bu
anlayış, sürekli rövanşçı siyaset hesaplarını tetikliyor ve “sen de aynı oyu
al, iktidar ol, sen de istediğini yap” düşüncesini besliyor. Bu da bizleri demokrasiye
değil, doğrudan totalitarizme götürüyor, seçimler de ülkede hâlâ “demokrasi”
olduğunu halka göstermeye çalışan şık bir ambalaja dönüşüyor.
Bu söylemi sıklıkla kullanan siyasî aktörler
ve buna gönülden inanmış halk kitleleri, demokrasiye bağlı veya “demokrat”
oldukları için bunu dillendirmiyorlar. Herkes bulunduğu pozisyonun, mevcut içeriğini
sorgulamaksızın, kesin ve net doğruluğuna inandığı için, halk da seçimlerde
bunun doğruluğunu ispatlayacak hakemlere dönüşüyor. Kim önde ipi göğüslerse, onların
fikirleri halk tarafından “doğru” kabul edilmiş sayılıyor. Çocuk oyunu gibi bir
şey yani ama gülemiyorsunuz. Böyle olunca, az önce bahsettiğim demokrasinin bir
yaşama kültürü olma özelliği de her daim ıskalanıyor.
Siz bu kitap
üzerinde çalışırken bir gün Ak Parti iktidarı ile Gülen hareketinin birbirine
düşman olacağı aklınıza gelir miydi? Sizce temel ayrılık noktası ne oldu?
Dershaneler kadar basit mi mesele?
Siyasette nasıl ki ittifaklar ve dostluklar
ebedî değilse, husumetler de öyledir. Biz günübirlik düşünmeye alışık olduğumuz
için, nasıl ki dün bu ittifakın sonsuza kadar süreceğini sanıyorduysak, bugün
de bu husumetin ebediyen devam edeceğine inanıyoruz. Bu ittifak hiçbir zaman
sağlam zeminler üzerine kurulmamıştı. Gülen’in Erdoğan’ı kerhen desteklediğini
söylemiştim, çünkü yan yana görünmek iki kesimin de menfaatineydi. Ama bir gün
geldi ve siyasetin kaçınılmaz bir virajına girildi.
İşte sorunuzdaki “temel ayrılık noktası” da
burada düğümleniyor. Öyle ki, siyaset en temelde, toplumsal fazlanın (artık değer) nasıl paylaşılacağı ve nasıl
dağıtılacağının denetimi üzerinde düğümlenen iktidar mücadelesidir. Bu sebeple,
yaşanan husumetin esas sebebi, buradaki mevcut paylaşımdan, seçimle iktidara
gelen tarafın diğer ortağa bundan böyle artık
değer’den pay vermeme seçeneğini tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü
yukarıda bölüşülen bu artık değer’i
paylaşanların sayısının artması demek, payın azalması demektir ve buralarda
yapılacak bir tasfiye, paylaşımdan pay kapacak yeni aktörlere yer açmak hem onların
desteğini almak hem de alt kadroların motivasyonunu sağlamak anlamına
gelecektir. Böylece iktidar partisinin kendi destekçileri tarafından ihale,
kadro, makam, mevki, iş vb. istekler yoluyla yukarıya yönelik yaptığı baskılar, cemaat kadrolarının bu mevkilerden uzaklaştırılmasıyla
azaltılmış olacak. Yani bir nev-i yer açma durumu...
Dahası, dershane meselesinin kendi başına
bunca gürültüye yol açtığını düşünmek, bir Sırp milliyetçisinin
Avusturya-Macaristan veliahtını öldürerek 1. Genel Savaş’a yol açtığını
düşünmekle eşdeğer anlamdadır. Özel örnekler, konuyu basitleştirip gizler, bu
örneklere takılmamak gerekiyor.
İplerin
tamamen koptuğunu söyleyebilir miyiz? Yoksa sular durulur mu? Menfaatler yine
çakışırsa eski günlere dönülür mü?
Bizim bildiğimiz, muhafazakâr ekolde
husumetler olduğunda bir “büyük abi” araya girer, tarafları köşelerine çeker
ve nasihatler eşliğinde mücadeleyi sonlandırır. Gülen’in yazdığı mektubun
muhatabına baktığımızda, burada “büyük abi” olarak Cumhurbaşkanı’nın
seçildiğini görüyoruz. Fakat bu kez durum, tarihteki örneklere bakıldığında, epeyce farklı. Birincisi, taraflar
artık muhalefette değil iktidardalar ve göz önündeler. İkincisi, özellikle 17
Aralık’tan sonra mevcut çizikler epeyce derinleşti. Yine de ben bütün bunlara
rağmen (bir başka büyük gelişme ya da keskin bir çatışma olmazsa) iki tarafın da bir süre sonra kılıçlarını kınına sokacağını düşünüyorum
ama bu asla birbirlerini sevecekleri, barışacakları anlamını taşımıyor. Bir
kere özellikle 1950’ye kadarki CHP iktidarı ve sonraki dönemlerde bu toplumsal
fazlalığın bölüşümünden uzak bırakılmış fakat buna rağmen son 12 yılda bu
nemadan önemli paylar alarak gelişmiş irili ufaklı büyük bir kitle var. Bunlar önlerine
geldiğini düşündükleri “tarihsel şansı” asla kaçırmak istemeyecekleri için
yukarıya “sulh çağrısı” yapacaklardır. Eğer mümkünse suların durulmasına sebep, ancak alttan
gelen bu baskı olacaktır. Bu da menfaatleri yine aynı eksene iterek, göreli bir
barış sağlayabilir ya da tersi de olabilir ve çatışma derinleşebilir. Fakat tepede, yani Gülen ve Erdoğan arasında bir barış
bekleyenler için haberler kötü. Kanımca böyle bir barış hiç olmayacak ve iki
tarafın da plânı esasen “Gülen sonrası” ve “Erdoğan sonrası” hesaplarına dayanıyor.
Cemaatin
tabanı ne kadar siyasi? Seçimlerde yekpare hareket eder mi? AK Parti oylarını
ne kadar etkiler? Mesela cemaatten Ahmet Turan Alkan, “Cemaatin oy potansiyeli
yüzde 1’dir belki ama etki alanı çok daha büyüktür” demişti…
Az önce bahsettiğim gibi, dininizi öğrenmeniz
sizi siyasetten uzaklaştırmıyor, bilakis, siyasetin içerisine çekiyor. Çünkü,
Türkiye’de İslâm, tanrı ile kul arasında geçen bir durum değil. Olmadığı gibi
toplumu baştan aşağı düzenlemeye çalışan siyasî bir proje. Buna biz
“İslâmcılık” (/politik İslâm) diyoruz. Bu sebeple, aslında herkes tonları farklı olmakla
birlikte politiktir.
Cemaat seçimlerde yekpare olarak hareket
edemez. Alternatif bir seçeneği yok. Erdoğan iki yıl önce kendi açısından iyi
bir manevrayla HASPARTİ’yi bünyesine katarak, o seçeneği çoktan ortadan
kaldırdı. Cemaatin ne kadar oyu olduğunu tahmin etmek bence mümkün değil.
Cemaat görünür bir yapı değil ki, ortada Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan
başka bir yapı yok. Yekpare hareket edememe, alternatifsizlik ve tahmin güçlüğü
etkenleri birleşince, cemaatin iktidar partisine kaybettireceği oyu hesaplamak
da zorlaşıyor. Bence AKP, asıl oy kaybını Haziran Direnişi’nden beri yaşıyor ve
önce yolsuzluk ile rüşvet operasyonları, sonrasında başta hukuk olmak üzere her
yapıya karşı uyguladıkları baskıcı tutumları da bir miktar oy kaybetmelerine yol açacak.
Fakat büyük bir düşüş olmayacak. Türkiye’de partilerin büyük bir oy kayıpları, ancak
ekonomik kriz ve maddî beklentilerin kitlesel olarak ortadan kalkması ile neticesinde
gerçekleşir. Bu olursa, AKP asıl ve keskin düşüşü o zaman yaşar.
Kime oy
verirler? “Ak Parti’den başka oy verecek partileri yok” doğru mu?
Kimin kime oy vereceğinin hesabı karışıktır.
Ama ikinci sorunuz iktidar partisi tarafından ortaya salınmış zihinsel bir
kıskaç gibi duruyor. Kanımca cemaat tabanında ve özellikle yerlerinden
edilmemiş, bu mevkilere daha çok uzak genç kesimde AKP oy potansiyelini önemli
oranda koruyor. Sıkıntı bunların dışındakilerde. Şunu da belirtmek gerekir ki, işte
o zaman Ahmet Turan Alkan’ın söylediği önem kazanıyor, cemaate “oy
potansiyeli”, “seçimlerde müttefik” şeklinde bakmak, cemaat kadrolarının hukuk,
bürokrasi vb. içerisindeki gücünü gizlemek anlamına geliyor. Seçimler bir
biçimde gelip geçecek, fakat kadrolar orada duruyor ve bunların yerlerinden
edilmiş pek çoğu İdarî Mahkemeler yoluyla yerlerine geri dönecekler.
İktidar
cemaati, cemaat iktidarı “gerçek dindar olmamakla” suçluyor şimdi. Bu kavga,
muhafazakâr dünyada bir bölünmeye mi yol açtı? Bunun sonucu ne olur?
“Gerçek dindarlık” veya daha genel adıyla
“gerçek İslâm” kavgası, bu iki taraftan daha eski bir tarihsel geçmişe
dayanıyor. İşler kötüye gitmeye başladığı zamanlarda Osmanlı’da da ulema,
padişah ve devlet adamlarını “İslâm’dan sapmakla”, “İslâm’ın doğru
uygulanmamasıyla” suçluyordu. Temelini özcülük arayışından alan bu kavga,
sonsuza kadar devam edebilir. Çünkü o öz’e
(“gerçek/hakikat” olarak ifade edilir) yaklaştığınız anda büyü bozulur, bu sebeple her
daim uzak ve ulaşılmaz olması gerekiyor. Muhafazakâr dünya bu kavgaları
senelerden beri yaşadığı için, mevcut bölünmeler çoktan gerçekleşti. Meselâ bunun
için, Gülen Cemaati’nin de içinde yer aldığı Said-i Nursî’nin takipçilerine
bakılabilir. Aynı nedenden dolayı, bu durum, yeni bir bölünme yaratmayacaktır. Bu
suçlamaların sonucunda, imanın kimde olduğu bilinemeyeceği için, tarafların
birbirlerine sarf ettiği sözler de anlamını yitirecektir.
Fethullah
Gülen, İslamcı bir ideolojiye mi sahip? Yoksa İslam’ın ideoloji olmadığını mı
düşünüyor? AK Parti iktidarıyla burada mı ayrışıyor?
İnançlı hiçbir kişi, inandığı dinin bir
ideoloji olduğunu asla kabul etmez, edemez. Böyleleri, insanlar birbirini din adına öldürürken bile, dinin tanrı ile kul arasında geçen bir durum olduğuna gönülden inanmışlardır. Dolayısıyla, İslâm’dan yola çıkarak, bir toplumun
iktisadından devlet yönetimine, kadın-erkek ilişkilerinden giyinmeye, cinsellikten çocuk yetiştirmesine kadar her şeyin nasıl olması gerektiğine
dair tasavvurunu yapmış her kişi gibi Fethullah Gülen de İslâmcı’dır ve bu
ideolojiye sahiptir. Tabi ki Gülen de AKP kadroları da İslâm’ı “sadece bir din”
biçiminde yorumluyorlar. Hatta Erdoğan’ın bir konuşmasında, “İslâmcı” lafından
nasıl tiksindiğini anlattığını anımsıyorum. Aynı durum Gülen için de geçerli, o
da sevmez bu kelimeyi. Fakat burada bir benzerlik veya ayrışmadan ziyade, iki
tarafın da “İslâm’ın bir ideoloji olmadığına” inanmış muhafazakâr bir zihniyetten
ilham aldıkları söylenebilir.
Cemaatin
savunduğu İslam ile iktidarın savunduğu İslam farklı mı? Kısa süre önce
görüştüğüm Mehmet Şevket Eygi bana, “Cemaat yeni bir İslam peşinde. Klasik
İslam’ı kaldırıp yeni bir İslam getirmek istiyorlar. Fazlurrahman’ın tarihsel
mezhebini Türkiye’ye getirmek istiyorlar” demişti…
Gülen’in İslâm yorumu ile Mehmet Şevki Eygi’nin yorumu birbirlerinden farklı olabilir. Bu yorum farklılıklarından dolayı, tarafların birbirlerini herhangi bir nedenle suçlamaları da böylelikle normalleşiyor. Esasen her kesim kendisini “İslâm’ı en iyi yorumlayan” olarak görüyor. Az önce bahsettiğim “gerçek İslâm” meselesi gibi… Tabi ki şu da bir gerçek, örneğin ben kendi yorumumun “en doğru” olduğunu ispat için Gülen’e ve Eygi’nin yorumuna ihtiyaç duyarım, onlara bakarak kendi yorumumu değerli kılarım. Bu “en doğru yorum” tartışmaları Müslüman coğrafyalarda yüzyıllardır sürüyor. Sürmesi de doğal, çünkü hem birkaç yorum üzerinde anlaşmak mümkün gözükmüyor hem de üstüne Suudi yorumu var, Mısır, İran yorumu var, Türk yorumu var.
Gülen’in İslâm yorumu ile Mehmet Şevki Eygi’nin yorumu birbirlerinden farklı olabilir. Bu yorum farklılıklarından dolayı, tarafların birbirlerini herhangi bir nedenle suçlamaları da böylelikle normalleşiyor. Esasen her kesim kendisini “İslâm’ı en iyi yorumlayan” olarak görüyor. Az önce bahsettiğim “gerçek İslâm” meselesi gibi… Tabi ki şu da bir gerçek, örneğin ben kendi yorumumun “en doğru” olduğunu ispat için Gülen’e ve Eygi’nin yorumuna ihtiyaç duyarım, onlara bakarak kendi yorumumu değerli kılarım. Bu “en doğru yorum” tartışmaları Müslüman coğrafyalarda yüzyıllardır sürüyor. Sürmesi de doğal, çünkü hem birkaç yorum üzerinde anlaşmak mümkün gözükmüyor hem de üstüne Suudi yorumu var, Mısır, İran yorumu var, Türk yorumu var.
Yine de buradaki ince ayrıntı şu, bütün bu
“doğru İslâm” çekişmeleri, dönüp dolaşıp bizi bir dinin toplumsal sistem olma
meselesine geri götürüyor. Yani, İslâm’ı esas alarak ülkeyi nasıl
yönetebiliriz? İyi de ne 1800’lerdeyiz ne de kutsal bir dünyada yaşıyoruz… Kutsal
olmayan bir dünyayı ısrarla kutsamaya çalışan beyhudeler gibiyiz. Aynı nedenden
dolayı yaşadığımız pejmürdeliklerin haddi hesabı yok. Bu yüzden bir türlü şu temel
soruyu soramıyoruz: Farklılıkların artık gözle görüldüğü ve meşru olduğu bir
yüzyılda, İslâm gibi düzeleştirici, kolektif değerlere çağırıcı, bireyselliği
yok etmeye ve patrimonyal değerleri yüceltmeye yönelik bir din, nasıl olur da toplumsal
bir projenin yakıtı haline gelir? Batı’nın Hıristiyanlık ile hesaplaşması
birkaç yüzyıl sürdü. İslâm’ın ise daha yeni başlıyor. Bütün İslâm
coğrafyalarının ateşler içinde olmasının bir nedeni de bu aslında, yaşanan
hayatın gerçekliği ile din arasındaki mesafe uzadıkça, açıldıkça, çelişkiler
daha fazlasıyla gün yüzüne çıkıyor. Neticesinde ise, bu çelişkileri ortadan
kaldırmak, aslında gizlemek için toplum daha da içe kapanıyor ve daha radikal
unsurlar ön plânda yer alıyor. Ve bu mesafeyi kapatmak için İslâm’ın özüne
dönme arayışları hız kazanıyor. Bu özcülük
arayışları hızlandıkça, yaşanan hayat ile olan mesafe daha da açılıyor. Bu, fasit bir dairenin içerisinde dönmek ve bundan da asla ders almamak gibi bir şey.
Bu döngüden kurtulmanın tek çaresi, İslâm’dan
bir toplumsal sistem çıkarmaktan vazgeçmekle mümkün ama dinin de beslediği
muhafazakâr değerler, halk için "bozulmamış bir değer arayışı", politik aktörler için büyük oy potansiyelleri taşırken, bu
nasıl mümkün olacak? Dahası, İslâm bir iktisadî sistem olmadığı için de, kapitalizm
ile kolaylıkla hemhal olabiliyor. Maxime Rodinson’un “İslâm ve Kapitalizm” adlı
eserinden beri bu ilişkinin çok da sorunlu olmadığının farkındayız. Zaten bu
ilişki, günümüzde “yeşil kapitalizm” kavramıyla da ifadesini bulmuş durumda…
Barış
sürecinde farklı tutumları mı var sizce? Gülen hareketi barış sürecine veya
Kürt sorununa olumsuz mu yaklaşıyor? Gülen, Kürtçe eğitim olmadığı için
iktidarı suçlamıştı yakın dönemde…
Evet, hükümet ile cemaatin Kürt
politikalarının farklı olduğunu çoktandır biliyoruz. Sorunuzda olduğu gibi, Gülen
“anadilde eğitim” gibi konularda özellikle muhafazakâr Kürtler’e sempatik
gelebilecek bazı çıkışlar yapsa da, Gülen ve cemaati esasen, Öcalan ve PKK ile
masaya oturulmasına tepkili. Bunu açıkça dillendiremeseler de, bu durumu "devletin bir aczi" şeklinde yorumladıkları düşünülebilir. Asıl ayrışma noktası ve “barış süreci”ne olumsuz
yaklaşmalarının temel sebebi de burada düğümleniyor. Çünkü Gülen fikriyatında bu
görüşmeler, “devletin itibarının zedelenmesi” anlamını taşıyor. “Devlet halkına
el vermelidir” ama “terör örgütü”ne asla, düşüncesindeler. Gülen ve cemaat,
anadilde eğitimin yanında bir takım başka haklar verilerek, eğitimle, öğretmen göndermeyle, yatırım yapmayla, iş adamlarını bölgeye yollamayla, hatta İslâm'ı "birleştirici" olarak kullanarak, Öcalan ve PKK’siz
bir “barış” peşinde koşuyor. Oysa, bu gibi “bölgenin gönlünü kazanma”
politikalarının dönemi çoktan bitti.
Gülen
hareketinin daha evrensel ve laik, Ak Parti iktidarının ise daha yerel ve Sünni
İslam’a yakın olduğunu; farkın bu olduğunu söyleyenler var. Ne dersiniz?
Sanırım burada, Dünya’nın değişik yerlerinde okul
açmanın “evrensellik” ile bir ilişkisi kurulmuş durumda. İşte bizde her şeye böyle
kolay ve sıkıntısız yoldan ulaşılabiliyor. Nasıl oluyorsa artık, meselâ "hayvan
sevgisi" zaten kültürümüzde var; kadın haklarını ilk kez biz bulduk, çünkü
dinimizde vardı; insanlık ve medeniyet bizden sorulur vs. vs. Ömründe üç kitap
okumamış, iki satır bir şey yazmamış ama bunlar ve daha fazlasıyla donatılmış
milyonlara sahibiz. Buna “millî tedrisatın başarısı” mı demeliyiz? Asgari
ücrete 50 TL zam geldiğinde basının “büyük zam” diye duyurduğu Dünya lideri bir
ülke burası… Bu yüzden ülkede evrensel, laik bir İslâm yorumu ortaya çıkmış da
bizim mi haberimiz yok! Tüm bunlar, bir kesimi aklama, diğerini söylemsel
anlamda kötüleme üzerine kurulu tuzaklar. Aldanmamak, düşünmek gerekiyor.
Aslına bakılırsa, Gülen’in İslâm yorumu ile
AKP’nin yorumu arasında öyle farklılık teşkil edecek bir başlık yok. Hatta ben
2002’de, yani AKP’nin iktidar olduğu yıl, Gülen üzerine doktora çalışmama
başladığımda ve sonrasında iktidar partisinin söylemlerinin, bire bir Gülen
metinlerinden çıkmış fikirler olduğunu düşündüren pek çok örneğe rastladım.
Bununla birlikte bu iki taraf, belki İslâm
yorumu değil ama siyaset anlamında farklı olabilirler ki, burada da en temel
ayrımın Kürt meselesi etrafında gelişen “barış süreci”nin olduğu herkesin
malumu…
Gülen
Hareketi’nin ABD ve İsrail ile iyi ilişkileri; iktidarla ayrışması ve
çatışmasında ne kadar önemli ve anlamlı sizce?
Gülen’in “ABD ve İsrail ile iyi ilişkilere
sahip” olduğunu kim söylüyor ki? Bu iki ülke, konjonktüre göre davranan
ülkeler, politik olarak o gün neyi uygun görürlerse, ona göre politika
belirlerler. "Ilımlı İslâm" kavramı sözkonusu olduğunda ABD ve İsrail herkesi kullanabilir. İşi bittiğinde de bir kenara terk eder. Gülen metinlerinden iyi biliyorum, Gülen Amerikan kapitalist sistemindeki
işleyişin hayranıdır, onun bu işleyiş açısından kapitalizm ile bir sıkıntısı
yoktur ama günlük hayata, yani kültürel olana geldiğimizde, Gülen birden orada
bir yozlaşma, kültür emperyalizmi, Haçlı Seferleri görerek, aslî köklerine geri
döner. İktidarla ipleri geren, Mavi Marmara olayında, gemiler yola çıkmadan
“İsrail Hükümeti’nden izin alınmasına” dair söyledikleri ise, tipik Gülen
düşüncesinden izler taşır. Çünkü Gülen, hangi coğrafyaya giderse gitsin,
oradaki iktidara ters gelebilecek ilişkiler kurmaktan itina ile kaçınan bir
yapısı vardır. Hatta çok sık verdiği bir örnektir ki, Doğu Türkistan’da okul
açabilme imkânları olmasına rağmen, “Çin Hükümeti bundan rahatsız olur” düşüncesiyle
bu fikirden vazgeçtiklerini ifade eder.
İktidar ile ayrışma ve çatışmadan
bahsediyorsunuz ama bir kez daha ifade etmem gerekiyor ki, cemaat ile hükümetin
arasındaki çekişmenin temel nedenleri, en önemlisi başta olmak üzere iktidar koltuğunu ele geçirme mücadelesi; toplumsal rantın paylaşımı; Kürt
politikasındaki farklı ve uzlaşma şansı (şimdilik) olmayan görüşler ile Kuzey
Irak’taki bölüşümden pay kapma mücadelesidir. Bunlar dışındaki diğer tüm çatlaklar, talî olup,
bu temel nedenleri gizleme ve örtme amaçlıdır.
Kuzey
Irak’taki bölüşümden pay kapma mücadelesi derken neyi kastediyorsunuz? Cemaat
ve hükümet orada da bir pay mücadelesi mi veriyor?
Belki çok az kişi farkında ama Kuzey Irak
Kürt Bölgesi’nde müthiş bir dönüşüm yaşanıyor. Küresel ve yerel sermayenin
baronları hem petrolden hem de yeni baştan kurulacak bir ülkenin inşaat ve alt
yapı rantı ile sonrasındaki kullanım haklarından pay alma mücadelesindeler. İhaleleri
alanı, ihya edecek rakamlar söz konusu. Hükümetin gözü de aynı pastada, üstelik
kendi alacağı payı artık cemaatin iş adamlarıyla paylaşmak niyetinde de değil.
Çekişmeyi tetikleyen bir sıkıntı da bundan kaynaklanıyor.
Yani küresel
dünyada Gülen Hareketi ve AK Parti iktidarı farklı şeyler mi ifade ediyor?
Nasıl algılanıyorlar?
Tabi ki farklı algılanıyor. Birisi, kafa
karışıklıkları da olsa, bir “hizmet hareketi”, diğeri de Kemalist rejimi önemli
ölçüde geriletmiş muhafazakâr bir iktidar partisi. Aslında bu çekişme
günlerinde cemaatten çok hükümetin ön plâna çıktığı da oldukça aşikâr. Çünkü, özellikle
2007’den sonra Avrupa Birliği ile kopan ilişkilerin telafisi hâlâ daha mümkün
olmadı. Üstüne üstlük hükümetin kurumlar üzerinde ardı ardına yaptığı demokrasi
dışı son hamleler, dikkatleri esasen iktidara çevirmiş durumda. Bu yüzden, yakın
zamanda açıklanacak İlerleme Raporu’nun içeriği şimdiden can acıtacak gibi
görünüyor.
Ama takip ettiğim kadarıyla, son 6-7 yıldır,
Gülen Hareketi’ne dair yurtdışında yoğun bir ilgi mevcut. Hareket hakkında
çıkan kitap ve makale sayısı oldukça fazla. Hem cemaati hem de iktidar ile olan
bu ilişkilerini anlamaya çalışıyorlar. Yine de Batı’dan bakınca akademinin
ilgisinin cemaate, siyasetin ilgisinin hükümete yönlenmesi gibi normal bir
sürecin de söz konusu olduğu söylenebilir.
Yani küresel
dünya daha çok AK Parti’yi mi suçladı?
Burada bir suçlamadan çok hesap vermesi
gereken siyasî pozisyonda iktidar partisi olduğu için, eleştirilerin ona
yönelmesi söz konusu. Cemaat muhatap alınabilecek bir pozisyonda bulunmuyor ki…
Cemaatle
yaşanan kavgadan ve ayrışmadan sonra, AK Parti içinde “entelektüel bir
zayıflama” yaşandığı söylenebilir mi? Cemaat mensupları daha iyi mi eğitimli?
İki tarafın da entelektüel olarak güçlü
olduğunu ne dün ne de bugün söylemek mümkün gözükmüyor. Cemaat, en başından
beri iktidar partisine bir düşüncel destek verse de, bunun hep yerel kaldığını
tespit edebiliriz. Cemaatin kendi medyası, yayınevleri, iktidarın yönlendirdiği
medyası ve SETA gibi kuruluşları var. Ama bunlara baktığımızda, bir entelektüel
düşünce merkezleri değil, siyaset üreten yapılar olduğu tespit edilebilir.
Çünkü “entelektüel” kavramı, gücünü kendi erkinden alan, bağımsız kişileri
ifade eder. Edward Said’in “Entelektüel” isimli kitabını okuyun, ne demek
istediğimi anlarsınız. Bu sebeple, cemaat gibi sıkı kolektif bir yapının
içerisinde her şeyden önce birey olması gereken birinin “entelektüelliği”
sıkıntılıdır. Ayrıca iktidarın dizinin dibinde “entelektüel” olamazsınız,
ancak, iktidarı besleyici politikalar üreten siyasî bir danışmana dönüşürsünüz.
Bu sebeple, tıpkı “sivil” kavramında yaşanan sıkıntının, entelektüel kavramında
da aynen devam ettiği söylenebilir. Tabi Türkiye’de köklü bir felsefî düşünce
geleneğinin olmaması da, mevcut düşüncenin kısırlaşmasında, bahsetmiş olduğum yerelin
içine gömülmesindeki asıl sebeplerden biri olarak listeye eklenebilir.
Cemaat mensupları biraz daha görünür olsalar,
eğitimleri konusunda belki daha çok fikir sahibi olabiliriz ama böyle bir
algının olduğunu ben de hissettim. Cemaat mensuplarının yurtdışı deneyimlerinin
yoğunluğunun böylesi bir algıya yol açmış olma ihtimaline karşı, bunun oldukça
muğlak ve yanıltıcı bir tespit olduğunu ifade edebilirim.
Cemaat’in
dershaneleri ve Işık Evleri’nin karşısında, AK Parti iktidarının İmam Hatipleri
mi var? Bu da başka bir ayrışma mı? Farkları ne?
Bunların tümü, siyasetin ya da daha doğru
tabirle, siyasîleşmiş düşüncelerin yarattığı yapay ayrımlar. Meselâ eleştirel
bir akla sahip olmasaydık, orada burada sabaha kadar bunun tartışmasını yapıyor
olacaktık. TV’lerdeki futbol muhabbetlerini aratmayan, izleyip yarın
unuttuğunuz tartışma programları gibi… Ne Işık Evleri’nde kalanların daha sonra
cemaat içinde kalacaklarına ne de imam Hatip’i her bitirenin AKP’li olacağına
dair bir öngörü yapılabilir. Bu düz mantık, bu sosyal gruplar içerisindekileri
zan altında bırakır. Böylesi ayrımlar oldukça zorlama, saçma ve bir o kadar da genellemeci
kategorizasyonlardır. Sadece kafa karıştırmaya yararlar. Bu yüzden, mümkün
olduğunca uzak durulmalıdır.
Cemaatte bir
genç nesil - yaşlı nesil çatışması var mı? Gençler daha sert ve iktidarla
uzlaşmaya karşı gibi… Öyleyse bunun nedeni ne?
Cemaat kendi içerisinde çatışma yaşayacak bir
yer değil ki, böyle bir şey söz konusu olsun. Her sosyal yapıda, farklı
sebeplerle de olsa, nesiller arası çatışmalar yaşanır. Fakat, cemaat yapısı
zaten bu “nesil çatışması”nı en aza indirmek, hatta bastırmak üzerine
kuruludur. Bu nedenden dolayı, cemaatin otoritenin aşağıdan yukarıya doğru
artığı bir hiyerarşiye sahip olduğunun bilgisiyle konuşursak, gençler “abi” ve
“ablalar”ına karşı açık bir çatışma yaşa(ya)mazlar. Böyle bir çatışmanın, önce uyarı,
ailesine şikâyet, ev değiştirme ve en sonunda da cemaatten çıkarmaya kadar
giden yaptırımları kapsadığını herkes iyi bilir. Cemaat bunları göze alabilecek
kişilerden oluşmuş bir yapı değildir. Sizin bahsettiğiniz gibi, burada
gençlerin bir irade ortaya koymasının da inandırıcı olduğunu düşünmüyorum. Kendi
aralarında dillendiriyor olsalar da, bunun abi'ler/abla'lar
ile bir çatışmaya doğru gittiğini düşünmüyorum.
Kitabınızda
Gülen’in “en kör noktası”ndan bahsediyorsunuz. Gülen tasavvurunda “adalet ve
eşitlik gibi sosyal ahlakı yapılandıracak temel içeriklerin buhar olup
uçtuğunu” söylüyorsunuz. Gülen asla eşit olunamayacağını mı düşünüyor?
“Eşitsizlik tanrısal yapının bir tercihi” mi? Ve bugün yaşanan gerilimin
temelinde bu anlayış mı var?
Gülen metinlerini dikkatli ve seçici bir
gözle okuduğunuzda, insanların inançlı-inançsız, dindar-ateist gibi bir dolu sınıflandırma
vasıtasıyla ayrıştırıldığını görürsünüz. Gülen bu sınıflandırmaları yaparken,
dini esas alsa da, eşitlik konusunda usta bir manevrayla Allah’ın gözünde her
kulun eşit olduğunu, bu eşitliği bozan şeyin sadece iman etmedeki samimiyet, ibadetimdeki
istek ve bunların uygulanması olduğunu söyleyerek, kavramın içeriğini
değiştirir. Yani, ben yanımdaki mümin kardeşimle de veya bir devlet adamıyla da
Allah’ın gözünde eşitim ama benim üstünlüğüm takva’da ortaya çıkar, düşüncesindedir.
Halbuki eşitlik, doğrudan mülkiyete vurgu
yapan ekonomik bir kavramdır. Kişinin mülkiyeti, sınıfını da belirler. Eğer
senin mülkün, benden çok daha fazlaysa, biz asla aynı sınıftan olamayız, "eşit" de değilizdir. Kapitalist
bir sistemde yaşadığımıza ve bu sistemin temellerinin para ekonomisine
dayandığına göre, Gülen’in hissettirmeye çalıştığı şey, bu sınıfsal
eşitsizliklerin boş verilmesi, Allah’a kullukta yarışılması. Bu düşünce de
doğrudan, mülk anlamında eşitsizliğin gizlenmesine kapıyı ardına kadar
aralıyor. Çünkü etrafımda zengin Müslümanlar olsa bile, “ben nasılsa takva
anlamında onlardan üstünüm” diyerek eşitsizliği gizlice meşrulaştırıyorum.
İslâm’a göre “mülk Allah’ın” olsa da, hele ki
günümüzde Müslümanlarının mülkleşme konusundaki çabaları, gerçekten merak
uyandırıcı. İşte bu sebeple, uhreviyatta iman ve ibadetin önemi olsa da, bunlar
yaşadığımız dünyada geçer akçe değiller. Zaten İslâmiyet de ekonomik eşitlik
öngören bir din olmadığı gibi, böyle bir semavî din de mevcut değil. Örneğin
düşünmek gerekiyor, sadaka, zekât ve bir sadaka çeşidi olan fitre, ne için ve
kimden kime veriliyor? Demek ki, İslâm toplumlarında zengin ve fakirler var ve
bu meşru. Çünkü İslâmiyet’te mülk edinme de meşrudur. Bu yüzden İslâm, son
derece muğlak bir kavram olan ve "rasyonel" dışsal etkenlerden (meselâ "vergi denetimi" gibi somut kurallardan) özenle ayırılıp tamamen kişinin vicdanına bırakılan “helâl yollardan
kazanç” gibi bir kavramlaştırmayla zengin olunmasında bir beis görmez. Hatta
Gülen, Afrika’da aç kalanların Allah onlara rızıklarını vermiş olmasına rağmen,
bir yıllık rızıklarını iki ayda tükettikleri için aç kaldıklarının altını
çizer. Şimdi bunu hangi iktisat teorisiyle açıklayacağız? Böyle olunca, eşitsizlik
de tanrısal yapının bir tercihi, kulun rızkının kıymetini bilemesiyle ilgili
bir metafizik duruma dönüşüyor ve aynı minvalde kendi meşruiyetini de bu muğlaklıkta kendisi üretiyor.
Son soruya karşılık olarak söylersek, aynı nedenden dolayı da bugün yaşanan
gerilimin hiçbir aşamasında bu düşüncenin hiçbir izi yok.
Cemaat,
Weber’in Protestan ahlak ilkelerine, yani inanç-ekonomi denklemine iktidar
partisinden daha çok mu uyuyor?
Weber’in Dünya dinleri üzerine araştırmalar
yapması, bunu yaparken de Protestan ahlâkının kapitalizme ruh verdiğini
keşfetmesi, her dönem Türkiye’deki aydınları heyecandan heyecana sürüklemiştir.
Bir zamanlar Sabri F. Ülgener’e nasıl “Türk Weber’i” yakıştırması yapıldıysa, ki
epeyce bir haklılık payı olduğunu düşünebiliriz, ne zaman bir ekonomi-inanç
denklemiyle karşılaşsak, yine aynı formüle sarılmaktan kendimizi alamıyoruz. Bence
ne cemaat ne de iktidar partisi Weberyan bir teoriye uygun görünmüyor. Protestan
ahlâkında sadece kuru kuruya inanç yoktur, bütün dünyevî zevklerden uzaklaşma,
lüks ve şatafattan kaçınma, biriktirme, hesabını bilme ve tembelliğin (cehennemlik bir durum olarak) doğrudan
günah olarak kabul edilmesi vardır. Ekonomik yönden de akılcılık ve bütçe yapma
ticaretin en temel kuralı olarak sivrilmiştir. Ve bunlar, sözünde durma,
borcunu zamanında ödeme, yalan söylememe, iftira atmama şeklinde kısaca
özetlenebilecek bir ahlâk şemsiyesi altında yer alır.
Bu denkleme baktığımızda, ne cemaatin ne de
AKP kadrolarının Weber’in Protestan Ahlâkı temelli kapitalizm teorisinin
kıyısından bile geçemedikleri görülür. En çok eksik kalan tarafın da “ahlâk
meselesi” üzerine olduğunu bilmem eklememe gerek var mı?
“Anadolu
burjuvazisi” dediğimiz şeyin altında daha çok Gülen cemaati mi var?
Hayır, bir kere Anadolu’daki her sermayedarı,
cemaat mensubu sayamayız. “Çokluk”tan kastımız ne ve bunun derecesi nedir,
bilemiyoruz. Anadolu’da cemaate bağlı sermaye grupları mutlaka var ama bunlar
da görünür değiller, sayısal tespitine imkân yok. Hele ki şu husumet ortamında,
“işlerimiz bozulmasın” diye daha da gizli kalmak için çaba harcayacaklardır. Böylesi
iddialar, cemaatin gücünü daha fazla göstermekten başka işe yaramıyor. Güç ve
iktidar ilişkileri, mücadelesi bugün böyle de, örneğin Gülen sonrasında
cemaatin ne olacağına dair kimseden bir öngörü alamıyoruz, bu hiç konuşulmuyor.
Bence asıl konuşulması gereken nokta, burada düğümleniyor.
Siz söyleyin
öyleyse, Gülen sonrası cemaate ne olacak? İkinci bir Gülen mi çıkacak?
Böyle bir şey söz konusu olamaz. “Kurucu önder”i kimse aşamaz. Gülen kendinden sonrası için mutlaka birini hazırlıyordur ama bu “birisi”, cemaat tarafından kabul görür mü, onu bilemeyiz. Bu kadar genişlemiş bir yapının “tek önder” sonrası birkaç parçaya bölünme ihtimali olsa da, yapının dağılıp küçülme ihtimali de olası. Çünkü bu yapıyı ayakta tutan temel şey, sanıldığı gibi inanç veya hizmet falan değil, asıl olarak cemaat çok farklı menfaatler etrafında kümelenmiş bir birliktelik. Hemen hemen herkes ağırlığınca bir istikbal peşinde. Şimdi bu dediklerim pek çok kimseye ters gelecek ve "hizmet"i anlamamakla itham edileceğim. Peki cemaat içeriden anlaşılacak bir yapı mı? Yani bir yapıyı anlamak için, sadece içinde mi yaşamalıyız? Bu denklem doğruysa, ki cemaat öyle olduğunu iddia ediyor, kendilerinin de diğer sosyal yapılar hakkında yaptıkları yorumlar o saniye geçerliliğini yitirir.
Fakat şu bilinmelidir ki, herhangi bir şeye inandığınız zaman, akıl değil duygular, dogmalar, hatta önyargılar işleme girer. Çocuğunun geleceğini düşünen bir anne, oğluna iş bulmak isteyen bir baba veya cemaatin kendisine türlü imkânlar sunduğu bir cemaat mensubu, tabi ki bu durumu hizmet olarak görecek ve böyle sunacaktır. Çünkü bu sıraladıklarımın ahlâk olarak savunulması, hiç de kolay değil. Cemaaten kişiler hem sevap işlediğini düşünüp hem de heybelerini (bulundukları pozisyon kapladığı yer itibarıyla) doldurmanın dayanılmaz cazibesine kapılmışlar bir kere... Meselâ "hizmet", neden devlet kadrolarına personel alım bürosu gibi çalışır? Niye bir bankaya sahip? Yargı ve polis içerisine bunca "hizmet mensubu" nasıl ve ne yolla girmiş? Bunlar, burada ne ve hangi hizmeti yapmaktalar? "Hizmet", çocuk okutma işini çoktan aşmadı mı? Cemaat mensupları "vicdanlarıyla" baş başa kaldıklarında bunları kendilerine soruyorlar mı acaba? Ya da memlekette ne çok "hizmet" sevdalısı varmış, diye düşünen oluyor mudur?
Böyle bir şey söz konusu olamaz. “Kurucu önder”i kimse aşamaz. Gülen kendinden sonrası için mutlaka birini hazırlıyordur ama bu “birisi”, cemaat tarafından kabul görür mü, onu bilemeyiz. Bu kadar genişlemiş bir yapının “tek önder” sonrası birkaç parçaya bölünme ihtimali olsa da, yapının dağılıp küçülme ihtimali de olası. Çünkü bu yapıyı ayakta tutan temel şey, sanıldığı gibi inanç veya hizmet falan değil, asıl olarak cemaat çok farklı menfaatler etrafında kümelenmiş bir birliktelik. Hemen hemen herkes ağırlığınca bir istikbal peşinde. Şimdi bu dediklerim pek çok kimseye ters gelecek ve "hizmet"i anlamamakla itham edileceğim. Peki cemaat içeriden anlaşılacak bir yapı mı? Yani bir yapıyı anlamak için, sadece içinde mi yaşamalıyız? Bu denklem doğruysa, ki cemaat öyle olduğunu iddia ediyor, kendilerinin de diğer sosyal yapılar hakkında yaptıkları yorumlar o saniye geçerliliğini yitirir.
Fakat şu bilinmelidir ki, herhangi bir şeye inandığınız zaman, akıl değil duygular, dogmalar, hatta önyargılar işleme girer. Çocuğunun geleceğini düşünen bir anne, oğluna iş bulmak isteyen bir baba veya cemaatin kendisine türlü imkânlar sunduğu bir cemaat mensubu, tabi ki bu durumu hizmet olarak görecek ve böyle sunacaktır. Çünkü bu sıraladıklarımın ahlâk olarak savunulması, hiç de kolay değil. Cemaaten kişiler hem sevap işlediğini düşünüp hem de heybelerini (bulundukları pozisyon kapladığı yer itibarıyla) doldurmanın dayanılmaz cazibesine kapılmışlar bir kere... Meselâ "hizmet", neden devlet kadrolarına personel alım bürosu gibi çalışır? Niye bir bankaya sahip? Yargı ve polis içerisine bunca "hizmet mensubu" nasıl ve ne yolla girmiş? Bunlar, burada ne ve hangi hizmeti yapmaktalar? "Hizmet", çocuk okutma işini çoktan aşmadı mı? Cemaat mensupları "vicdanlarıyla" baş başa kaldıklarında bunları kendilerine soruyorlar mı acaba? Ya da memlekette ne çok "hizmet" sevdalısı varmış, diye düşünen oluyor mudur?
Dahası halk pragmatiktir; cemaat mensupları, kendileri ve çocuklarının geleceği için bir an teredüte düşseler, cemaat gemisinden anında inerler. Geriye bir avuç, idealist kalır. Yani en baştaki kadro sayısına dönülür. Cemaat, bu gibi ulvî bir ambalajla (adı hizmet) hem kişilerin ruh dünyalarını doyuruyor, hem de kişilere gelecek vaad ediyor. "Gelecek vaadi" gibi tamamen maddî bir sürecin ulvî, kutsî ambalajı da bu hizmet ediyor olmanın verdiği duygu tatmini oluyor.
Cemaat
mensupları açıkça görünür olmadıklarına göre, menfaatler ortadan kalktığı veya bu
ihtimal ufukta göründüğü zaman bir motivasyon kaybı da arkasından gelecektir. Bu
da çözülme demektir.
Gülen
cemaatinde “bireysel hareket alanı” ne kadar?
Oldukça sınırlı, bunu neden bu kadar net
biçimde söylüyorum, çünkü, cemaat denilen yapı öyle bireyselliğin sıkıntısız
yaşandığı bir özelliğe sahip bulunmuyor. Yani bir sanat kulübü falan olduğunu düşünmüyoruz
herhalde… Cemaat içerisinde ufak tefek bireysel hareket alanları (kişisel cep
telefonları, bilgisayarlar, gizli arkadaşlıklar vb.) olsa da, özellikle gençler
üzerinde büyük bir kontrol var. Doğal olarak yaş ilerleyip, yerleşilen mevkiler
yükseldikçe, hareket alanları da genişliyor. Fakat özellikle belirtilmeli ki,
kadınlar cemaat içinde bu bireysel hareket alanlarına sahip olma konusunda en
az hakka sahip kesim ve hiyerarşinin altlarında yer alıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder