Olay, Charlie Hebdo vahşetinden
önce, yani 5 Ocak’ta gerçekleşmişti ama Paris’teki katliam gündemin birinci
sırasına yerleşince, Adanalı Abdullah Safi’nin haberi de birden ön plâna
çıkıverdi. Safi, 5 Ocak'ta ailesine “Allah yolunda ölmeye gidiyorum” notu
bırakıp ortadan kaybolmuştu. Baba Ahmet Safi, bıraktığı notu okuyunca şoke
olmuş, oğlunun IŞİD'e katılmak için evden ayrıldığını düşünmüş ve bulunması
için Cumhuriyet Savcılığı’na kayıp dilekçesi vermişti.
Abdullah’ın IŞİD, Hizbullah,
Taliban’a mı katıldığını ya da ailesine “tavır koymak” adına bir süreliğine
ortadan kaybolup kaybolmadığını bilemiyoruz. Eğer durum buysa, peki neden,
“Allah yolunda ölmeye gidiyorum” notu bırakmış bir gencin, hızla ve başka
hiçbir ihtimali hesaba katmadan, bu örgütlere katılmış olduğunu düşünüyoruz?
Yoksa bu türden durumları, böylesi bir algıya yönlendirecek sosyal gerçekliği
olan bazı dışsal deneyimlere mi sahibiz? Öyleyse bu “Allah yolunda ölme”, hangi
inancın yaygın söylemi olabilir ki referansına hemen herkes hızla ulaşabiliyor?
Hâlbuki günümüzde, politik
İslâm/İslâmcılık[1]
taraftarları, nedense, asla böylesi soruların muhatabı değiller. Muhatabı
olmadıkları için de Charlie Hebdo vb. katliamlar, sürekli olarak “ama/fakat/lakin”
ile başlayan cümlelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor, tıpkı “ateist Aziz”li
Sivas’ta olduğu gibi. Burada manevra alanı yaratan en popüler söylem ise,
“gerçek İslâm bu değil” cümlesi. Bu kavram son iki haftadır çok işlendi ama
yine de burada, kısa ve gerekli birkaç açıklamayı hak ediyor.
Bir Öz Var, Öz’den İçeri
Dolayısıyla, “gerçek İslâm” ile
ifadesini bulan durum, yerel değerlerle donanmış ortalama insanın, İslâmcıların
“cihat” adına yaptıkları katliamlarla, “inancı” arasına mesafe koyma çabasından
başka bir şey değil. Fakat burada, bunun bir İslâmcı söylem olduğunu ve genelde
insanların “gerçek İslâm” söylemi üzerinden yavaş yavaş İslâmcılığa ulaştığını
da belirtilmemiz gerekiyor. Müslüman topluluklarda modernitenin bakiyesi olan
bu türden ideolojik çatlakları, postmodern “gerçeklik” arayışları neticesinde, İslâm’ın
doldurduğunu iyi biliyoruz. Yerelde sağlam bir kültürel yapıya sahip olmanın
avantajındaki İslâm, temellerini özcülük
(essentialism) arayışından alan
böylesi bir “gerçeklik” iddiasını yedeğine aldığında da, onun günlük hayattaki
karşılığı, elitist bir İslâm
anlayışında oluyor.
Buna göre, İslâm’ın bir öz’ü (/töz/cevher) olduğu düşünülür; bu öz, asırlardır bozulmamıştır (örneğin
“değişmeyen bir kutsal kitap” söylemi), yani saf bir biçimdedir ve onu
keşfedecekleri beklemektedir. Bu bekleyişte, “Asr-ı Saadet’in tekrar yaşanacağına inanma” gibi öğeler, buradaki
motivasyonu daima diri tutar. Dahası reel (gerçek) ile ideal (düşünce)
arasındaki olası gerilimler, öz’ün
niteliğini/meşruiyetini tartışmaya götürmektense, öz’ün daha değerli kılınmasına, daha çok sahiplenilmesi için yeni
söylemler üretilmesine de hizmet eder. Bilindiği gibi, tanrısallığın/inancın en
büyük gücü, “eleştirilerden muaf” tutulmasında yatmaktadır.
İlâve olarak, İslâm’daki tevhid inancı da, bir öz’ün olduğu düşüncesini sürekli olarak
besler. Burada, “sonsuz bilgisiyle her şeye hükmeden, yaratan, gören, işiten,
mutlak ve güç sahibi” tanrı, “birlik/teklik” algısı üzerinden anlatılmaktadır.
“Doğru”nun ve “hakikatin” tek bir öz’e
indirgendiği hikmetinden sual olunmaz böylesi bir anlatı, çoğulcu, farklılık,
bireysellik ve özgürlüklerin meşru olduğu bir yapıyı değil; tekçiliği,
benzerlikleri, kolektifliği ve homojenliği meşru gören bir kültürel ortamı,
“huzurun ve güvenin teminatı” olarak görmeye başlar. İslâmcı düşünüş yapısı
böyle kurulduğunda ise, her farklılık, bireysel tercih veya özgürlük talebi,
toplumun inancına ve değerlerine bir saldırı, hassasiyetlere bir tehdit, huzuru
ve güveni bozmaya yönelik bir eylem biçiminde değerlendirilmeye (muhafazakâr
düşünce) kolaylıkla evrilebilir.
Fakat bir yandan da hangi asırda
olursa olsun öz (“gerçek İslâm”), bir
türlü yaşanamamaktadır. Meselâ Osmanlı’nın son dönemine bakarsak, Avrupa’da
gelişen sanayi kapitalizmini çözemeyen imparatorluk bürokrasisi ve ulemasının,
toprak kayıplarının temel nedenini, sürekli olarak “şeriattan uzaklaşma” olarak
tespit ettiklerini görürüz. Böylelikle az çok İslâmî tedrisattan geçmiş hemen
herkes, bu “yaşayamamanın” kişisel ve toplumsal sebeplerini de bir şekilde
öğrenir. Bu sebepler, iç ve dış düşmanlardan başlar, dinsizler, içki içenler,
“yozlaşmışlar”, Yahudiler ve Hıristiyan Batı’ya vb. kadar uzanır. Buradan
temellenen “öz’e ulaşamama” duygusu,
hayatın kısalığı, o dar zaman içerisinde omuzlara bindirilen kutsal sorumlulukların
yükü, tarihsel hafızadaki dinsel ve milliyetçi kodlamaların eseri olarak
biriktirilen husumetlerle beraber bir kültürel aktarım olarak gündelik hayata
sızar ve orada yine “gerçek İslâm”ı bir türlü yaşayamamanın iç sızısı biçiminde
tekrardan tezahür eder.
Toplum dindarlaştıkça bu iç sızı
merkeze daha çok ve şiddetli biçimde yerleşir, artık öz/”gerçek İslâm”a ulaşma arzusu gerçekliğinden sıyrılıp, özlemle
yüklü, hayalî ve amansız bir yarışa dönüşmeye başlar. Neredeyse tüm insanî
değerlerin yerini, dinsel değerler alır; insanlar kendilerini birden
tutarlılıklarıyla, ürettikleriyle değil, inancın simgesel gösterimleriyle
varlık kazanmaya çalışırken bulurlar. Gerçek hayatta karşılığı olmayan ne varsa
(ahlâk, sevgi, tutarlılık vb.) tümünün “gerçek müminler”le geri geleceği
sanılır, hayal gerçeği imha edip, “gerçeklik” iddiasıyla yeniden ortaya çıkar. Bununla
birlikte, herkesin birbirini izleyerek amansız biçimde kontrol ettiği hayat,
vitrinde yaşanan sahte bir müsamereye dönüşür. Vitrindeki “gerçeğin” hayalî
büyüsü, öylesine baştan çıkarıcıdır ki, coğrafî ve mezhepsel yorum
farklılıklarına rağmen İslâm’ın yaşanan her biçimi, “gerçek” olarak ifade
edilir. Lâkin öz, yaklaştıkça uzaklaşan (çünkü elde edilirse büyüsü bozulur)
bir yapıya da sahiptir. Bu sebeple, aslında sosyale ait bir durumun
“öz’ü/gerçeği” diye bir şey yoktur, hatta hiç varolmamıştır. Bu algı, doğa
bilimlerinin yöntemlerini toplum bilimlerine intikal ettirerek “netlik”
sorununa çözüm bulmayı uman pozitivist düşüncenin, iki yüz yıllık mirasıdır.
İslâmcı, pozitivizmi sadece “dinsizlik” olarak bilir ama aslında pozitivizmden
nasıl etkilendiğinin (örneğin “tek doğru” fikri vb.) farkında bile değildir.
İslâm Bir “Çözüm Yolu” Mudur?
Diğer taraftan bugün, bütün
müslüman toplulukların ileri gelenleri, yaşadıkları sorunların kesin çözümünün
daha fazla dindarlaşmakta yattığını ısrarla savunuyor ve sıklıkla “İslâm sadece
bir din değil” söylemini yaymaya çalışıyorlar. Fakat günümüzde İslâm’ın bir
sosyal düzen sağlayıcı unsur olamayacağının ise, çok az müslüman farkında. Bu
yüzden günümüz İslâmcılarının en temel yanlışı, bir dini, toplumsal bir sisteme
dönüştürmeye çalışmaktaki ısrarlarında yatıyor. Hâlbuki İslâm da diğer dinler
gibi, sadece bir inançlar toplamıdır; hele ki, iktisadî bir sistem asla
değildir. İslâm dini, böylesi rollere soyunduğunda İslâmcılığa bulaşıyor,
değişim ve farklılıkların zirve yaptığı bir çağda kişileri inanç
değerleri/hassasiyetleri üzerinden zorbaca benzeştirmeye çalışan, otoriter
eğilimli bir sosyal düzen fetişizmi ile berbat bir kapitalizm taklidine
dönüşüyor. Neticede İslâm, sosyal düzenin kurucu öğesi yapılmaya çalışıldığında,
o inanç biçiminin jandarma ve paramiliter güçleri de doğal olarak üretmiş
oluyor. “Kutsalı savunma” adına ortaya çıkanlara şöyle bir bakın, orada bir “birey”
(hak ve özgürlüklere karşılık gelir) mi görüyorsunuz, yoksa bir jandarma (güç,
iktidar ve korumadır) mı?
Dahası, yapılan vahşet ve
katliamların, “din/tanrı/cihat adına” yapıldığı beyanı, bu insanlık ayıplarının
İslâm coğrafyalarında mağrur bir gururla anılmasına da vesile oluyor. Oysaki bugün
İslâmcılar, bu vahşetleri sahiplenmedikleri zamanlarda “bunlar müslüman olamaz”
diyorlar; hemen ardından ise “kutsallarımıza hakaret edemezler” savunması
geliyor. Peki bu topraklarda başka inanç ve mezheplere saygı hangi aşamada?
Ahır olarak kullanılan kilise ve havraları, Dersimliler’in onca protestosuna
rağmen Alevi inancının kutsal saydığı yerlerin baraj suları altında
bırakılması,[2]
üzerlerine kalekol yapılması neyle açıklanabilir? Charlie Hebdo karikatürlerini
seçerek basacağını söyleyen Cumhuriyet Gazetesi önünde rahatlıkla “her yerde
ölüme hazırlanın” pankartını açanlar, Nijerya’da on yaşında çocuğu canlı bomba
yapıp patlatanlar, “altı yaşındaki çocukla evlenilebilir” diyenler ve daha yüzlerce
örnek, ilhamını hangi kaynaktan almakta? İslâm ile İslâmcılar, bu ve
benzerleriyle yüzleşmeye hazırlar mı? Meselâ Ebussuud Efendi’ye methiyeler
düzülürken, kendisi Hıristiyanlık’ta bir aziz olarak görülen Noel Baba her
yılbaşı bıçaklanmaya ve nefret söyleminin bir parçası yapılmaya devam mı
edecek?
Bir Problem olarak: İslâm’ın “İspat İhtiyacı”
Öte yandan günümüz insanı, inandığının
bilimsel ispatına muhtaç. 200 yıl ve daha öncesinde buna ihtiyaç yoktu ama bir
süredir var. Böylesi bir ihtiyaç, inanç gibi ancak hissetmenin konusu
olabilecek bir durumu, bilimsel ispata da muhtaç kılıyor. Buna yönelik her çaba
ise kutsiyeti yere indirmeyi, onu tıpkı bir somut nesne gibi incelenmeye mecbur
bırakıyor. Böylece tanrının varlığını doğada arama çabaları, akşama kadar TV’den
belgesel yayınlamadan, pilot kalem ile ontolojik ispat komedisine kadar uzayıp
gidiyor. Aslına bakılırsa, tüm müslümanlar bu ve buna benzer bazı çelişkileri
kendi içlerinde hafif/derinden yaşıyorlar. Sosyolojik bir olgu olması sebebiyle
din ve inanç konularının geçtiği derslerde, öğrencilerimin “dediklerinize
katılıyoruz, bazen biz de benzer şeyleri düşünüyoruz ama konuşmasak” tarzı
yaklaşımlarının temelinde de bu mümkün olduğunca çelişkilerden uzaklaşmaya
çalışma tavrı yatıyor. İnançlı kişi,
zaten kendisi tüm bu çelişkilerle boğuşurken, bir de başkalarının bunu
kendisine anımsatmasını ve tutarlılığını sorgulamasını hoş karşılamıyor. Beğenelim
ya da beğenmeyelim ama inanç, “(/post)modern insan”ın elinde kalan tek “değer”.
Dışarıdan bakan her göz ona “kendi vahim iç çelişkilerini anımsattıkça”, ortaya
kızgınlıktan, öfke ve nefrete uzanan davranışlar çıkıyor. Hâlbuki
bunlar, doğrudan İslâm’ın kendi iç çelişkileri ve insan öldürmekle ya da (bir
damıtılmış faşizm tekniği olarak) kamuoyu önünde itibarsızlaştırmakla ortadan
kalkmıyor. Sonuç olarak, İslâm’ın bir reforma ihtiyacı olduğu, bunun dışarıdan
gerçekleştirilemeyeceği doğru, fakat bunca özcülük
arayışı, “bütün insanlığa gönderilen ve değişmeyen en son din” övgüleri eşliğinde
bunun içeriden bir eleştiri hareketiyle kısa vadede değişmesi imkânsız. Zaten “buna
ihtiyaç olmadığına” dair kof bir güven de, tüm bu yaşananların sorumlusu değil
mi?
Sorular daha da çoğaltılabilir
ama bu sayfadaki karikatür mizahın bir gücü olarak bizlere çok şeyler
anlatıyor. İnsanlık modern dönemde aklını ve özgürlüğünü kendi ellerine alarak,
yüzyıllardır “kutsallık” adına yaşanan zorbalık ve vahşetlerden kurtulmanın kendince
bir çıkış yolunu bulmuştu. Batı dünyası, Hıristiyanlığı kendi mevzilerine sürerek
bugünlere ulaştı. Doğu ise, ne insanî ne de teknik anlamda dişe dokunur bir şey
üretemediği için devamlı olarak değerler alanını kıymetli gördü, ona sarıldı,
ona güvendi. Hayat öylesine garip ve döngüsel ki, bugün saflık ve temizlik
iddiasındaki bir diğer din, bütün dünyaya “barış” getireceği söylemiyle yeniden
sahnede. Ve belki Adanalı Abdullah Safi “Allah yolunda ölmeye gidiyorum” notu
bırakıp ortadan kaybolurken, büyük olasılıkla kendisine, kalpsiz dünyada bir
kalp, ruhsuz dünyada bir ruh bulduğuna inanıyordu. Binlerce yıldır milyarlarca
insan da zaten safi buna inandı, bu inançla başka kendinden olmayanları
katletti, malına, ırzına kastetti, göç ettirdi ve daha nicesi… Hem de bunu geçmişe
öykünerek “ibret alınmazsa, tarih tekerrürden ibarettir” diye diye arsızca yaptı;
keşke “ibret almak”tan bahsedilirken, ibretlik olunduğu da görülebilseydi. Ve
keşke inananlar, öldürmenin olduğu kadar, yaşatmanın peşinden de aynı
motivasyonla gidebilseydi.
* 25 Ocak 2015 Pazar günü BirGün Gazetesi FİKİR Ek'inde yayınlanan yazım. Linki: http://www.birgun.net/news/view/gercek-islam-ya-da-hayalin-gercegi-imhasi/12563
[1]
İslâm ile politik İslâm/İslâmcılığı aynı kavramlar şeklinde ele almak, anlamlandırma
açısından sıkıntılı olabilir. İslâmcılık ilhamını, buradan alsa da, Türkiye’de “İslâmcı”
olmayan müslümanlar da var. Belki folk
İslâm ile ifade edilebilecek, yaşanan laiklik deneyiminin etkisiyle daha
esnek bir inanca sahip, seküler topluma dair öğeleri de bünyesinde barındıran
bu kesimin bir bölümünün, son 30 yılın tecrübesiyle söylersek, ilerleyen
dönemde “İslâmcı”ya dönüşmeyeceklerinin garantisi verilemeyebilir.
Sevgili Yavuz Çobanoğlu;
YanıtlaSilBirgün Pazar'da yayımlanan yazınızı okudum ve bu yazıyı okunması için sayfamda da paylaştım. Sizi kutluyorum, elinize yüreğinize sağlık... Değindiğiniz konuları herkesin üzerinde düşünmesi gereken konular... Şeyla Benhab, bu öfkjenin nedenini anlamak gerek diyordu... Aşağılama (tahkir) ya da aşağılanmışlık duygusu, haset, hınç, nefret ve oradan şiddete dönüşen bu yol aydınlatılmalı... tutttuğunuz ışık için teşekkürler...
.
İlker Özdemir
Çukurova Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Sayın İlker Özdemir Hocam,
YanıtlaSilBen de ilginize teşekkür ediyorum. Bu kuşatılmışlık ve bulantı çağında elimizden gelen tek şey, yazmak ve anlamlandırmaya çalışmak. Dersim'den sevgi ve selâmlarımı yolluyorum...
Nefis bir yazı Yavuz hocam. Her hafta direnmek, anlamak ve de anlatmak için yazmanızı dilerim. Ellerinize sağlık
YanıtlaSilCengiz Ekiz
Bolu
Sevgili Cengiz Hocam,
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Diğer meşguliyetlerden fırsat buldukça, seyrek de olsa yazmaya çalışıyorum. Dersim'den Bolu'ya sevgi ve selâmlar...