25 Ocak 2015 Pazar

“Gerçek İslâm” ya da Hayalin “Gerçeği” İmhası *


Olay, Charlie Hebdo vahşetinden önce, yani 5 Ocak’ta gerçekleşmişti ama Paris’teki katliam gündemin birinci sırasına yerleşince, Adanalı Abdullah Safi’nin haberi de birden ön plâna çıkıverdi. Safi, 5 Ocak'ta ailesine “Allah yolunda ölmeye gidiyorum” notu bırakıp ortadan kaybolmuştu. Baba Ahmet Safi, bıraktığı notu okuyunca şoke olmuş, oğlunun IŞİD'e katılmak için evden ayrıldığını düşünmüş ve bulunması için Cumhuriyet Savcılığı’na kayıp dilekçesi vermişti.

Abdullah’ın IŞİD, Hizbullah, Taliban’a mı katıldığını ya da ailesine “tavır koymak” adına bir süreliğine ortadan kaybolup kaybolmadığını bilemiyoruz. Eğer durum buysa, peki neden, “Allah yolunda ölmeye gidiyorum” notu bırakmış bir gencin, hızla ve başka hiçbir ihtimali hesaba katmadan, bu örgütlere katılmış olduğunu düşünüyoruz? Yoksa bu türden durumları, böylesi bir algıya yönlendirecek sosyal gerçekliği olan bazı dışsal deneyimlere mi sahibiz? Öyleyse bu “Allah yolunda ölme”, hangi inancın yaygın söylemi olabilir ki referansına hemen herkes hızla ulaşabiliyor?

Hâlbuki günümüzde, politik İslâm/İslâmcılık[1] taraftarları, nedense, asla böylesi soruların muhatabı değiller. Muhatabı olmadıkları için de Charlie Hebdo vb. katliamlar, sürekli olarak “ama/fakat/lakin” ile başlayan cümlelerle meşrulaştırılmaya çalışılıyor, tıpkı “ateist Aziz”li Sivas’ta olduğu gibi. Burada manevra alanı yaratan en popüler söylem ise, “gerçek İslâm bu değil” cümlesi. Bu kavram son iki haftadır çok işlendi ama yine de burada, kısa ve gerekli birkaç açıklamayı hak ediyor.

Bir Öz Var, Öz’den İçeri

Dolayısıyla, “gerçek İslâm” ile ifadesini bulan durum, yerel değerlerle donanmış ortalama insanın, İslâmcıların “cihat” adına yaptıkları katliamlarla, “inancı” arasına mesafe koyma çabasından başka bir şey değil. Fakat burada, bunun bir İslâmcı söylem olduğunu ve genelde insanların “gerçek İslâm” söylemi üzerinden yavaş yavaş İslâmcılığa ulaştığını da belirtilmemiz gerekiyor. Müslüman topluluklarda modernitenin bakiyesi olan bu türden ideolojik çatlakları, postmodern “gerçeklik” arayışları neticesinde, İslâm’ın doldurduğunu iyi biliyoruz. Yerelde sağlam bir kültürel yapıya sahip olmanın avantajındaki İslâm, temellerini özcülük (essentialism) arayışından alan böylesi bir “gerçeklik” iddiasını yedeğine aldığında da, onun günlük hayattaki karşılığı, elitist bir İslâm anlayışında oluyor.

Buna göre, İslâm’ın bir öz’ü (/töz/cevher) olduğu düşünülür; bu öz, asırlardır bozulmamıştır (örneğin “değişmeyen bir kutsal kitap” söylemi), yani saf bir biçimdedir ve onu keşfedecekleri beklemektedir. Bu bekleyişte, “Asr-ı Saadet’in tekrar yaşanacağına inanma” gibi öğeler, buradaki motivasyonu daima diri tutar. Dahası reel (gerçek) ile ideal (düşünce) arasındaki olası gerilimler, öz’ün niteliğini/meşruiyetini tartışmaya götürmektense, öz’ün daha değerli kılınmasına, daha çok sahiplenilmesi için yeni söylemler üretilmesine de hizmet eder. Bilindiği gibi, tanrısallığın/inancın en büyük gücü, “eleştirilerden muaf” tutulmasında yatmaktadır.

İlâve olarak, İslâm’daki tevhid inancı da, bir öz’ün olduğu düşüncesini sürekli olarak besler. Burada, “sonsuz bilgisiyle her şeye hükmeden, yaratan, gören, işiten, mutlak ve güç sahibi” tanrı, “birlik/teklik” algısı üzerinden anlatılmaktadır. “Doğru”nun ve “hakikatin” tek bir öz’e indirgendiği hikmetinden sual olunmaz böylesi bir anlatı, çoğulcu, farklılık, bireysellik ve özgürlüklerin meşru olduğu bir yapıyı değil; tekçiliği, benzerlikleri, kolektifliği ve homojenliği meşru gören bir kültürel ortamı, “huzurun ve güvenin teminatı” olarak görmeye başlar. İslâmcı düşünüş yapısı böyle kurulduğunda ise, her farklılık, bireysel tercih veya özgürlük talebi, toplumun inancına ve değerlerine bir saldırı, hassasiyetlere bir tehdit, huzuru ve güveni bozmaya yönelik bir eylem biçiminde değerlendirilmeye (muhafazakâr düşünce) kolaylıkla evrilebilir.

Fakat bir yandan da hangi asırda olursa olsun öz (“gerçek İslâm”), bir türlü yaşanamamaktadır. Meselâ Osmanlı’nın son dönemine bakarsak, Avrupa’da gelişen sanayi kapitalizmini çözemeyen imparatorluk bürokrasisi ve ulemasının, toprak kayıplarının temel nedenini, sürekli olarak “şeriattan uzaklaşma” olarak tespit ettiklerini görürüz. Böylelikle az çok İslâmî tedrisattan geçmiş hemen herkes, bu “yaşayamamanın” kişisel ve toplumsal sebeplerini de bir şekilde öğrenir. Bu sebepler, iç ve dış düşmanlardan başlar, dinsizler, içki içenler, “yozlaşmışlar”, Yahudiler ve Hıristiyan Batı’ya vb. kadar uzanır. Buradan temellenen “öz’e ulaşamama” duygusu, hayatın kısalığı, o dar zaman içerisinde omuzlara bindirilen kutsal sorumlulukların yükü, tarihsel hafızadaki dinsel ve milliyetçi kodlamaların eseri olarak biriktirilen husumetlerle beraber bir kültürel aktarım olarak gündelik hayata sızar ve orada yine “gerçek İslâm”ı bir türlü yaşayamamanın iç sızısı biçiminde tekrardan tezahür eder.

Toplum dindarlaştıkça bu iç sızı merkeze daha çok ve şiddetli biçimde yerleşir, artık öz/”gerçek İslâm”a ulaşma arzusu gerçekliğinden sıyrılıp, özlemle yüklü, hayalî ve amansız bir yarışa dönüşmeye başlar. Neredeyse tüm insanî değerlerin yerini, dinsel değerler alır; insanlar kendilerini birden tutarlılıklarıyla, ürettikleriyle değil, inancın simgesel gösterimleriyle varlık kazanmaya çalışırken bulurlar. Gerçek hayatta karşılığı olmayan ne varsa (ahlâk, sevgi, tutarlılık vb.) tümünün “gerçek müminler”le geri geleceği sanılır, hayal gerçeği imha edip, “gerçeklik” iddiasıyla yeniden ortaya çıkar. Bununla birlikte, herkesin birbirini izleyerek amansız biçimde kontrol ettiği hayat, vitrinde yaşanan sahte bir müsamereye dönüşür. Vitrindeki “gerçeğin” hayalî büyüsü, öylesine baştan çıkarıcıdır ki, coğrafî ve mezhepsel yorum farklılıklarına rağmen İslâm’ın yaşanan her biçimi, “gerçek” olarak ifade edilir. Lâkin öz, yaklaştıkça uzaklaşan (çünkü elde edilirse büyüsü bozulur) bir yapıya da sahiptir. Bu sebeple, aslında sosyale ait bir durumun “öz’ü/gerçeği” diye bir şey yoktur, hatta hiç varolmamıştır. Bu algı, doğa bilimlerinin yöntemlerini toplum bilimlerine intikal ettirerek “netlik” sorununa çözüm bulmayı uman pozitivist düşüncenin, iki yüz yıllık mirasıdır. İslâmcı, pozitivizmi sadece “dinsizlik” olarak bilir ama aslında pozitivizmden nasıl etkilendiğinin (örneğin “tek doğru” fikri vb.) farkında bile değildir.

İslâm Bir “Çözüm Yolu” Mudur?

Diğer taraftan bugün, bütün müslüman toplulukların ileri gelenleri, yaşadıkları sorunların kesin çözümünün daha fazla dindarlaşmakta yattığını ısrarla savunuyor ve sıklıkla “İslâm sadece bir din değil” söylemini yaymaya çalışıyorlar. Fakat günümüzde İslâm’ın bir sosyal düzen sağlayıcı unsur olamayacağının ise, çok az müslüman farkında. Bu yüzden günümüz İslâmcılarının en temel yanlışı, bir dini, toplumsal bir sisteme dönüştürmeye çalışmaktaki ısrarlarında yatıyor. Hâlbuki İslâm da diğer dinler gibi, sadece bir inançlar toplamıdır; hele ki, iktisadî bir sistem asla değildir. İslâm dini, böylesi rollere soyunduğunda İslâmcılığa bulaşıyor, değişim ve farklılıkların zirve yaptığı bir çağda kişileri inanç değerleri/hassasiyetleri üzerinden zorbaca benzeştirmeye çalışan, otoriter eğilimli bir sosyal düzen fetişizmi ile berbat bir kapitalizm taklidine dönüşüyor. Neticede İslâm, sosyal düzenin kurucu öğesi yapılmaya çalışıldığında, o inanç biçiminin jandarma ve paramiliter güçleri de doğal olarak üretmiş oluyor. “Kutsalı savunma” adına ortaya çıkanlara şöyle bir bakın, orada bir “birey” (hak ve özgürlüklere karşılık gelir) mi görüyorsunuz, yoksa bir jandarma (güç, iktidar ve korumadır) mı?

Dahası, yapılan vahşet ve katliamların, “din/tanrı/cihat adına” yapıldığı beyanı, bu insanlık ayıplarının İslâm coğrafyalarında mağrur bir gururla anılmasına da vesile oluyor. Oysaki bugün İslâmcılar, bu vahşetleri sahiplenmedikleri zamanlarda “bunlar müslüman olamaz” diyorlar; hemen ardından ise “kutsallarımıza hakaret edemezler” savunması geliyor. Peki bu topraklarda başka inanç ve mezheplere saygı hangi aşamada? Ahır olarak kullanılan kilise ve havraları, Dersimliler’in onca protestosuna rağmen Alevi inancının kutsal saydığı yerlerin baraj suları altında bırakılması,[2] üzerlerine kalekol yapılması neyle açıklanabilir? Charlie Hebdo karikatürlerini seçerek basacağını söyleyen Cumhuriyet Gazetesi önünde rahatlıkla “her yerde ölüme hazırlanın” pankartını açanlar, Nijerya’da on yaşında çocuğu canlı bomba yapıp patlatanlar, “altı yaşındaki çocukla evlenilebilir” diyenler ve daha yüzlerce örnek, ilhamını hangi kaynaktan almakta? İslâm ile İslâmcılar, bu ve benzerleriyle yüzleşmeye hazırlar mı? Meselâ Ebussuud Efendi’ye methiyeler düzülürken, kendisi Hıristiyanlık’ta bir aziz olarak görülen Noel Baba her yılbaşı bıçaklanmaya ve nefret söyleminin bir parçası yapılmaya devam mı edecek?

Bir Problem olarak: İslâm’ın “İspat İhtiyacı”

Öte yandan günümüz insanı, inandığının bilimsel ispatına muhtaç. 200 yıl ve daha öncesinde buna ihtiyaç yoktu ama bir süredir var. Böylesi bir ihtiyaç, inanç gibi ancak hissetmenin konusu olabilecek bir durumu, bilimsel ispata da muhtaç kılıyor. Buna yönelik her çaba ise kutsiyeti yere indirmeyi, onu tıpkı bir somut nesne gibi incelenmeye mecbur bırakıyor. Böylece tanrının varlığını doğada arama çabaları, akşama kadar TV’den belgesel yayınlamadan, pilot kalem ile ontolojik ispat komedisine kadar uzayıp gidiyor. Aslına bakılırsa, tüm müslümanlar bu ve buna benzer bazı çelişkileri kendi içlerinde hafif/derinden yaşıyorlar. Sosyolojik bir olgu olması sebebiyle din ve inanç konularının geçtiği derslerde, öğrencilerimin “dediklerinize katılıyoruz, bazen biz de benzer şeyleri düşünüyoruz ama konuşmasak” tarzı yaklaşımlarının temelinde de bu mümkün olduğunca çelişkilerden uzaklaşmaya çalışma tavrı yatıyor.  İnançlı kişi, zaten kendisi tüm bu çelişkilerle boğuşurken, bir de başkalarının bunu kendisine anımsatmasını ve tutarlılığını sorgulamasını hoş karşılamıyor. Beğenelim ya da beğenmeyelim ama inanç, “(/post)modern insan”ın elinde kalan tek “değer”. Dışarıdan bakan her göz ona “kendi vahim iç çelişkilerini anımsattıkça”, ortaya kızgınlıktan, öfke ve nefrete uzanan davranışlar çıkıyor. Hâlbuki bunlar, doğrudan İslâm’ın kendi iç çelişkileri ve insan öldürmekle ya da (bir damıtılmış faşizm tekniği olarak) kamuoyu önünde itibarsızlaştırmakla ortadan kalkmıyor. Sonuç olarak, İslâm’ın bir reforma ihtiyacı olduğu, bunun dışarıdan gerçekleştirilemeyeceği doğru, fakat bunca özcülük arayışı, “bütün insanlığa gönderilen ve değişmeyen en son din” övgüleri eşliğinde bunun içeriden bir eleştiri hareketiyle kısa vadede değişmesi imkânsız. Zaten “buna ihtiyaç olmadığına” dair kof bir güven de, tüm bu yaşananların sorumlusu değil mi?

Sorular daha da çoğaltılabilir ama bu sayfadaki karikatür mizahın bir gücü olarak bizlere çok şeyler anlatıyor. İnsanlık modern dönemde aklını ve özgürlüğünü kendi ellerine alarak, yüzyıllardır “kutsallık” adına yaşanan zorbalık ve vahşetlerden kurtulmanın kendince bir çıkış yolunu bulmuştu. Batı dünyası, Hıristiyanlığı kendi mevzilerine sürerek bugünlere ulaştı. Doğu ise, ne insanî ne de teknik anlamda dişe dokunur bir şey üretemediği için devamlı olarak değerler alanını kıymetli gördü, ona sarıldı, ona güvendi. Hayat öylesine garip ve döngüsel ki, bugün saflık ve temizlik iddiasındaki bir diğer din, bütün dünyaya “barış” getireceği söylemiyle yeniden sahnede. Ve belki Adanalı Abdullah Safi “Allah yolunda ölmeye gidiyorum” notu bırakıp ortadan kaybolurken, büyük olasılıkla kendisine, kalpsiz dünyada bir kalp, ruhsuz dünyada bir ruh bulduğuna inanıyordu. Binlerce yıldır milyarlarca insan da zaten safi buna inandı, bu inançla başka kendinden olmayanları katletti, malına, ırzına kastetti, göç ettirdi ve daha nicesi… Hem de bunu geçmişe öykünerek “ibret alınmazsa, tarih tekerrürden ibarettir” diye diye arsızca yaptı; keşke “ibret almak”tan bahsedilirken, ibretlik olunduğu da görülebilseydi. Ve keşke inananlar, öldürmenin olduğu kadar, yaşatmanın peşinden de aynı motivasyonla gidebilseydi.




* 25 Ocak 2015 Pazar günü BirGün Gazetesi FİKİR Ek'inde yayınlanan yazım. Linki: http://www.birgun.net/news/view/gercek-islam-ya-da-hayalin-gercegi-imhasi/12563
[1] İslâm ile politik İslâm/İslâmcılığı aynı kavramlar şeklinde ele almak, anlamlandırma açısından sıkıntılı olabilir. İslâmcılık ilhamını, buradan alsa da, Türkiye’de “İslâmcı” olmayan müslümanlar da var. Belki folk İslâm ile ifade edilebilecek, yaşanan laiklik deneyiminin etkisiyle daha esnek bir inanca sahip, seküler topluma dair öğeleri de bünyesinde barındıran bu kesimin bir bölümünün, son 30 yılın tecrübesiyle söylersek, ilerleyen dönemde “İslâmcı”ya dönüşmeyeceklerinin garantisi verilemeyebilir.

4 yorum:

  1. Sevgili Yavuz Çobanoğlu;

    Birgün Pazar'da yayımlanan yazınızı okudum ve bu yazıyı okunması için sayfamda da paylaştım. Sizi kutluyorum, elinize yüreğinize sağlık... Değindiğiniz konuları herkesin üzerinde düşünmesi gereken konular... Şeyla Benhab, bu öfkjenin nedenini anlamak gerek diyordu... Aşağılama (tahkir) ya da aşağılanmışlık duygusu, haset, hınç, nefret ve oradan şiddete dönüşen bu yol aydınlatılmalı... tutttuğunuz ışık için teşekkürler...
    .
    İlker Özdemir
    Çukurova Üniversitesi
    İletişim Fakültesi

    YanıtlaSil
  2. Sayın İlker Özdemir Hocam,
    Ben de ilginize teşekkür ediyorum. Bu kuşatılmışlık ve bulantı çağında elimizden gelen tek şey, yazmak ve anlamlandırmaya çalışmak. Dersim'den sevgi ve selâmlarımı yolluyorum...

    YanıtlaSil
  3. Nefis bir yazı Yavuz hocam. Her hafta direnmek, anlamak ve de anlatmak için yazmanızı dilerim. Ellerinize sağlık
    Cengiz Ekiz
    Bolu

    YanıtlaSil
  4. Sevgili Cengiz Hocam,
    Teşekkür ederim. Diğer meşguliyetlerden fırsat buldukça, seyrek de olsa yazmaya çalışıyorum. Dersim'den Bolu'ya sevgi ve selâmlar...

    YanıtlaSil