YSK’nın
Referandum tarihini açıklamasıyla birlikte, ülke insanı kendisini yeniden keskin
bir tercih süreci içerisinde buldu. 16 Nisan’da yapılması kararlaştırılan
Referandum’a kadar bir yandan siyasetçiler kendi çalışmalarını yürütürlerken,
diğer taraftan da iradesi konusunda türlü spekülasyonların yapıldığı millet de mevcut
politik kültürel anlayışın sonucu olarak demokrasinin sadece sandığa
indirgendiği (ve ne hikmetse sadece orada test edildiği) bir ortamda tercihini
kullanacak. %50,01’in %49,99’u alt ettiği güzelim liberal demokraside “millet
iradesi” adıyla anılan heyula, o şaşmaz iradesiyle ne karar verecek, hep
birlikte göreceğiz.
Bununla
birlikte hemen hemen herkes politik meşrebince Referandum’un kendisine ve sonucuna
dair öngörülerini farklı ortamlarda dile getirmekten de geri durmuyor. Bu
yüzden Referandum ve onun sonucuna yüklenen anlamlar öncelikle merak
uyandırıyor, sonra da bizlere üzerine konuşup yazabileceğimiz nitelikte bazı veriler
sunuyor. Zaten sadece bu açıdan bakıldığında bile meselenin siyaset
sosyolojisinin güncel ilgi alanına fazlasıyla girdiği de rahatlıkla söylenebilir.
Zira bugünlerde çok farklı varyasyonları olmakla birlikte Referandum meselesi
üzerine rastladığımız pek çok tavır ile bu tavrın eşliğinde yürüyen “mevcut Anayasa’nın
ülkeye yetmediği”, “ülkenin ilerlemesine köstek” olduğuna dair bir inancın
toplumsal kökenleri, Osmanlı’dan günümüze uzanan politik bir mirastan
beslenmekte. Nitekim Osmanlı bu Anayasal süreçlere, ancak bir yıldan biraz
fazla yürürlükte kalan ve II. Abdülhamit tarafından ilk fırsatta kaldırılan
1876 tarihli Kânûn-ı Esasî’yle ve son günlerine sığan kısıtlı zaman aralığında yetişmişti.
Lâkin ondan da eski olan bu “ilerlemeci”
inanç, bilhassa Cumhuriyet’ten sonra hem Anayasal süreçlere yüklenen gereğinden
fazla önemin itici gücünü oluşturdu hem de günümüze kadar ulaşan yanılsamaların
da esas sahibi oldu.
Öyle
ki Osmanlı’da Padişah ve Vezirler başta olmak üzere, her olumsuzluğun sonucunda
“kişilerin değişmesiyle her şeyin değişeceğine” olan kadim ve katı bir inanç, Cumhuriyet
ile birlikte aynen devam edip yeni kuşaklara intikal ederken çatladı. Ertesinde
bu çatlak, artık olan ya da olası sıkıntıların atlatılabilmesi için Anayasa’nın
veya onun bazı maddelerinin değiştirilmesiyle ülke insanlarının huzur, refah
vb. kavuşacağına olan bağlılığı güçlendiren bir başka kola daha bölündü. İşte
bu kol, o günden günümüze kadar uzanan ve bütün Anayasal süreçleri kitlesel
olarak kutsayan, hatta daha doğru ifadeyle fetişleştiren, bir zihnî anlayışa da
işaret etmektedir. Bu anlayışa göre, aslında ülke “patlamaya hazır bir
volkandır”, “zincirlerinden bir kurtulsa uçacaktır”; fakat tüm bunların
önündeki tek engel ise “köhneleşmiş yasa ve yönetmelikler” ve onların ilham
aldığı “toplumun bile gerisindeki” Anayasa’dır. Bu yüzden Anayasa bir
değişirse, ülke şaha kalkacak, artık önümüzde kimse duramayacaktır. İslâm ile milliyetçi
tarih anlatılarından da güçlü şekilde beslenen bu zihniyet biçimi, eski
ihtişamlı günlerin hayali üzerinden anakronizme düşmeyi de ihmal etmez. Meselâ
bugünkü “Hilafet geri gelecek”, “Osmanlı yeniden dirilecek” söylemleri bu
bakımdan dikkatle izlenebilir.
Üstelik
böylesi bir fetişizm anlayışı (tıpkı ilkel köklerinde olduğu gibi), din
gibidir; yaygınlaştıkça üzerine daha az düşünülen genel bir inanca da dönüşür
ve doğal olarak dogmatikleşir. Sonuç itibarıyla bu durum esasen, kitlesel
ataletin ortak halüsinasyonlarıdır. Kitle fetiş beslediği nesne/duruma karşı, gerçekliği
kaybetmiştir. Öyle ki buradaki kitlesel anlayış kendi hareketsizliğini, idealist
bir tutumla dışarıdan bir müdahaleye (örneğin Anayasa değişikliği) bağlar. Buna
göre çalışma, düşünme, üretme, bilgilenme, nitelik kazanma, sosyal sorumluluk
alma gibi toplumsal değişimin asıl itici güçleri keyifle ve kurnazca rafa
kaldırılır; üstlenilecek olası mesuliyetler de böylelikle ortadan kalkmış olur.
Anayasa’nın değiştirilmesine karşı çıkanlar ya da değişim ile ilgili alternatif
önerileri olanlar “baş düşmanlar” kategorine alınır. Bundan sonra Anayasa’nın
(ya da onun bazı maddelerinin) değişimi, büyük bir sınav ve mutlaka başarıyla
sonuçlanması gereken bir “toplumsal geçiş dönemi” gibi algılanmaya başlanır. Ertesinde
bu dönemin bizatihi kendisi canlı bir varlığa dönüşür ve zaten mesele de artık bir
ölüm-kalım meselesi haline gelmiştir. Dahası bu canlı varlığa bir takım
kolektif ruhlar da (devletin/milletin bekâsı; güçlü ordu/güçlü devlet vb.)
üflenir ve tümü Anayasa değişikliğinin söylem örgüsüne itinayla ilmeklenir.
Böylelikle
Anayasa değişikliği, basit bir “değişiklik” olmaktan çıkmış, rasyonelliğin büyük
ölçüde yitirildiği, arzu ve isteklerin ağır bastığı, sonucunda illâ ki bir
“yarar/mutluluk” beklenen fetiş bir aşamaya ulaşılmıştır. Burada fetiş nesne (yani
Anayasa) ekseriyetle soyut düşünce üzerine kurulu olduğu için, yaratılan illüzyonun
gerçeklikle ilgisi ne kadar dinamik ve iyi kurulabilirse fetişleştirme de aynı
derecede başarıya ulaşır. Sonuç olarak bu fetiş kurgudaki tek eksik acıdır, ki
o da bir sonraki Anayasa değişikliğine kadar umulan ama gerçekleşmeyen
beklentiler ile ah’lar vah’lar arasındaki pişmanlıkların
içerisinde fazlasıyla mevcuttur. Fakat fetişleştirmede yaşanan her acının,
fetiş duruma karşı yeni ve taze motivasyonlar ürettiği de asla akıldan
çıkarılmamalıdır.
Öte
yandan üstünde durulması gereken bir başka nokta da şudur ki, Anayasa başta
olmak üzere, ondan kaynaklı tüm yasa ve yönetmeliklerin toplumsal, siyasal,
ekonomik hatta kültürel ilerlemenin önündeki “en büyük engeller” olarak gören “ilerlemeci”
bir anlayışın, bugün eski muktedirlerden yenilerine eksiksiz intikal ettiğidir.
İlerleme kavramının sosyal bilimlerce yeterince silkelenmesi, itibarsız ve çok
sıkıntılı bir kavram olması bir yana, Anayasa’yı ya da onun bazı maddelerini
değiştirmek (eğer amaç buysa) toplumun “ilerlemesi” için kendi başına yeterli değildir.
Açıktır ki, topluma böylesi söylemleri yukarıdan yayanlar da doğal olarak bunun
farkında olan kişilerdir. Daha önce de (2010) olduğu gibi bugün de bu Referandum’dan
toplumun “ilerlemesine” dönük bir sonucun çıkmayacağı gün gibi ortadadır. Zira buradaki
mevzu, topyekûn bir “ilerleme”den çok yeni rejimin meşruluk arayışıyla
ilgilidir.
Çünkü
her yeni rejim, mutlaka yeni bir Anayasa ile kendi sistemini sağlamlaştırmak,
garanti altına almak zorunluluğundadır ve kendi Anayasasını yap(a)mamış, orada
kendilerine özgü bir çerçeve çizmemiş tüm rejimler hem politik hem de hukukî olarak
boşluğa düşmeye mahkûmdur. Bugün Türkiye’de yasa ve yönetmeliklerin uygulanabilirliğinin
kalmaması, keyfiyete ve duruma göre hareket edilmesi, yaygın hak ve hukuk
ihlallerinin bir sebebi de yeni rejimin kendi Anayasası’nın olmamasından
kaynaklıdır. (Yine de “yapsa ne değişir?” bu da ayrı bir tartışma konusu
olabilir.) Öyle görünüyor ki, Meclis’te, toplumda ve bürokraside fazlasıyla güçlenen
politik iktidar, gücünün karşılığını talep etmek ve kendi rejiminin
meşruiyetinin hukukî kaynaklarını da bir an önce sağlamak istemektedir. Zaten politik
iktidar ve çevresinin, bundan kaynaklı olarak ve çoktandır, kendilerine ait
olmadığını düşündükleri mevcut Anayasa’yı artık tanımama, kabul etmeme, ihlal
ettiğinde bile umursamama eğilimi içinde olduklarına şahit oluyoruz. Keza
benzer başka sebeplerin de eşliğinde ve bu aşamadan sonra politik iktidarı
“Anayasa’ya uymaya” çağırmak, ancak romantik bir çabanın adı olabilir.
Öte
yandan, Türkiye’de Anayasasal metinleri yapma ya da değiştirme süreçlerinin destek
aldığı kültürel temeller de popülizme dayanmaktadır. Burada popülist vaatlerin
varlığı, hem sürece dair üretilen söylemleri destekler hem de fetiş durumun
devamına yönelik motivasyonu güçlendirir. Böylece Anayasa değişikliği ile hiç
de ilgisi kurulayamayacak pek çok popülist vaat mitsel biçimde bu “değişime”
bağlanmaya başlar. Örneğin, 2010 Referandumu’ndan birkaç ay önce bir vesileyle
İstanbul’daydım. O güne kadar gazetelerde rastladığımız “evet” yanlısı ilânları
tüm İstanbul sokaklarındaki bilboard’larda da görmek kendi adıma şaşırtıcı
değildi. Hatta pek çok insan Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesiyle
“Avrupa standartlarında bir hayat”, “gazilere ve şehitlerin geride kalan
çocuklarına daha fazla imkân”, “emeklilerin daha iyi şartlarda yaşaması”
gibisinden popülist söylemlere gerçekten inanıyordu. Bunun için “Anayasa’nın
değiştirilmesine ne gerek var, bu zaten seçilmişlerin aslî görevi değil mi?”
sorusu belli ki anlamını çoktan yitirmişti. Mit gerçekliği yutmuştu.
Önümüzde
yine bir Referandum var ve öyle görünüyor ki aynı fetişleştirme hâli ve benzer
mitsel demagoji ile popülist söylemler yeniden piyasaya çıkmış durumda. Bir
farkla ki, bu Referandum’da Anayasal metinlerin değiştirilmesine yüklenen
anlamların birkaç seviye daha yükseldiğine şahit oluyoruz. Dahası sosyal medya
ortamlarında biraz dolaşıp “acaba neler yazılmış?” diye baktığımızda, “güçlü
ülke”, “istikrar”, “refah”, “devletin bekâsı” söylemleri her zamanki sağlam yerlerini
korurken; artık “ecdad-ı vatanı kurtarmak” gibi dizi repliklerinden aşina
olduğumuz kişisel ve büyülü misyonlarla da karşılaşıyoruz. Beklenti listesi
“eski çağdışı sistemden bıkıldığı”, “vatanı hainlere bırakmak istenmediği”,
“şehit kanlarının hesabını sormak”, “vatan hainlerine ülkeyi böldürmemek”,
“laiklik adı altında sapıklaşmış köle sistemine karşı olmak” için şeklinde mitsel
bir milliyetçilik üzerinden uzayıp gidiyor.
Fetiş
ve popülist anlam yüklemelerine ise, aynı sosyal ortamlara “yorum” yapan diğer
bir grupta rastlıyoruz. Bunlara göre Anayasa’nın bazı maddelerinin
değiştirilmesiyle “18 yaşını dolduranlar milletvekili olabilecek”, “bürokrasi
azalacak ve kararlar hızlanacak”, “insanlar özgürlüklerini güvenli bir ortamda
yaşayacak”, “yargı tam bağımsız olacak”, “ekonomi güçlenecek”, “gerçek
demokrasi gelecek”, “dünya 100 yıl geriden takip edilmeyecek”, “dünyanın en
iyisi olunacak”… Bu cümlelerden de tespit edileceği üzere, fetiş durumun
siyasî, iktisadî ve sosyolojik gerçekleri alt üst edip çiğneyip geçmesi, onun ruhsal
doğasının da bir sonucudur. Keza buradaki fetiş durum, fetiş nesnede (Anayasa)
gizil bir gücün varlığına inanılmasıyla hayat bulur. Böyle bir simgesel
bağlantıyla da kuvvetlendirilen fetiş nesne, aksine tapılacak bir şey değil;
ancak “yarar” umulan etkileyici bir güçtür. Bu yüzden bu yarar sarmalındaki kişilerin,
“gerçeklikle ilişki kurma” gibi bir problemleri de yoktur.
Zaten
böyle bir durumda gerçeklik, muğlak, uzak, korku verici, rahatsız edici ve büyü
bozucudur. Nitekim iradeyi zayıflatan sihrin asla bozulmaması gerekmektedir. Çünkü
karnı acıkmış bir avcı-toplayıcı binlerce yıl önce semiz bir av bulabilmek için
fetiş anlamlar yüklediği taşları nasıl birbirine sürtüyorsa, günümüzde bazı
insanlar da bir cümle değişikliğiyle ülkenin cennete dönüşeceğine aynı
motivasyonla inanmaktadır. Yine ne gariptir ki, bu inanç sahiplerinin Anayasal
süreçlere yegâne katkısı, sürekli sandığa gitmekle sınırlıdır. Bir kez bile
olsun yukarıdan bir kutsî el uzanıp “ne istediğini” sormadığı gibi, “gel bir
cümle de sen yaz” dememiştir. Bu ülkede Anayasal metinler, hep güçlüler
tarafından yazılıp değiştirildiği içindir ki (Anayasa zaten çoğu kez böyle bir zor’un adıdır), hiçbiri bir toplumsal uzlaşma
sonucu olarak ortaya çıkmamış, sivil katkılar da çok yetersiz düzeyde kalmıştır.
Sonuç
olarak, buraya kadar anlatılanlar başka tarihlerde ve içeriği çok farklı
değişikliklerde, bugün “hayır” diyecekler için de geçerli olabilir. Zira politik
miras, farklı tonlar ve biçimlerde de olsa bir ülkenin sadece bir kesimi için
geçerli olan bir durumun adı değildir. Tabi bir gün sırası geldiğinde akademik
bir ilgiyle birilerinin de o günkü ortamın anlam dünyasını ele alması
ihtimaller içinde değerlendirilebilir. Ve belli ki bazıları da o zamana kadar, kitlesel
ataletin ortak halüsinasyonlarının fetiş bir sonucu olarak ve tarih dışı idealist
bir anlayışla, Anayasa metinlerindeki cümlelerin değiştirilmesiyle ülkeye “medeniyet
geleceğine” inanarak yaşayacak. Yine de dikkat edilmeli ve “tek dişi kalmış
canavar” asla kuyruğundan yakalanmamalı. Hem “ilerleyelim” (“en büyük/baş”
olalım) derken ebediyen “geri” kalınıyor hem de kuyruğundan tutulunca fena
kızıyor ve herkesi altına alıyor. Benden söylemesi…
Bu makaleye şu LİNK'ten de ulaşılabilir: http://www.birgun.net/haber-detay/cek-bir-anayasa-fetisizmi-bol-olsun-148296.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder