22 Aralık 2012 Cumartesi

TARİH ve DİL

İnsana ait tüm değer ve normlara zemin oluşturan tarihin, bu değer ve normlar bütünü içerisindeki değişimleri de kapsadığı düşünülebilir. Öyleyse, insanın özünü anlamaya yönelik her çaba dilden sonra tarih durağına da uğramak zorundadır. Çünkü bu değer ve normlar bütünü, bir dil içerisinde yoğrulur; böylelikle insanlar, dilin koyduğu kurallar bütününün parçaları haline gelirler. En sonunda da insan, tarihsel koşullar ile birlikte geçmiş bir mirasın yükünü de taşıyarak tarih içindeki yerini alır. 
Bu sebeple, insanın özü tarihsel gelişim içerisinde izlenebilir ve bu gelişim süreci içerisinde anlamlı olabilir. Aynı süreç içerisinde insanın özüne ve yaşama ait temel öğelerin aktarıcısı olması bakımından iki temel taşıyıcı öğe olarak yine tarih ve dil ile karşılaşıyoruz. Tarih insana ve yaşama dair herşeyin üzerinde meydana geldiği alan olurken, dil tarihsel olayları anlamamızı sağlayan, “anlamların taşıyıcısı” olan bir öğedir. Bu tespit, tarih ve dilin bir “son” ile noktalanamayacağı anlamına da gelmektedir. Yani insanlık varoldukça tarihsellik ve dilsellik bu süreçte bir “durum” olarak varolacaklardır. Çünkü her iki kavram da hem insanı oluşturan hem de insanın oluşturduğu bir “somut durum”dur.
Sonuçta, tarihsellik ve dilsellik dolayımından geçerek insanın özünün anlamlandırılmasına doğru giden bu yaşam felsefesi modeli, Dilthey’dan sonraki düşünürleri de etkilemiştir. Meselâ Simmel’de bu model günlük yaşam pratikleri içerisinde yer alan kapitalist öğelerin (para, kapitalist insan ilişkileri, şehir yaşamı vb. gibi) anlamlı kılınmasıyla ve daha çok olgulara dayanarak etkisini gösterir. Heidegger’de ise bu felsefi ekol, Aydınlanma’nın eleştirisinden başlayarak ve onu da içererek, doğadan ayrı değil onun bir parçası olan insanın geçmişten kalan bir miras’ın da etkisiyle kendi varoluşunu eline alabilmesi problemi etrafında düğümlenmiştir. Aynı damar Marcuse’nin Heidegger eleştirilerinin getirdiği düşünsel olgunlukla da birleşerek, aynı “varoluş” sorununun daha kolektif ve daha somut bir şekilde kavramlaştırılması, ayakları yere basan bir teoriye dönüştürülmesinde kendini bulmuştur.

12 Aralık 2012 Çarşamba

OTOMOBİLİN İDEOLOJİSİ


Otomobil, merkezli ulaşım, kamusal politikalar, arazi kullanımı, kültürel modeller, toplumsal ilişkiler, doğal kaynaklar ve çevrenin niteliği ile bireysel-mekânsal hareketlilik tercihleri üzerinde büyük etkileri olan bir sistemin, ideolojik ürünüdür. Günümüzde, otomobil merkezli ulaşım sistemlerinin neden olduğu toplumsal sorunlar kritik boyutlara ulaşmıştır ve bu ulaşım şekli, toplumun enerji ve kaynak tüketimini uzun vadede pek de uzun ömürlü olmayan bireysel bir tüketim sistemine kaydırmıştır.

İçinde yaşadığımız yüzyıl, benzin yakıtlı, içten yanmalı motorlarla çalışan otoları, sanayileşmiş ülkelerin halklarının ana ulaşım araçları durumuna getirmiştir. Buralarda araba ve ehliyet sahibi olmamak, çoğu kereler, ulaşım hakkından da mahrum olmak demektir. Otomobilin, artık, günlük ihtiyaç, tüketim ve faaliyetlerin yegane ulaşım aracı olarak kendisine özel bir ideolojik alan yaratığı söylenebilir.

Otomobil, günlük ulaşımın her alanına yayılarak bizzat varlığıyla ve adına tesis edilen alt yapısıyla günümüz kent görünümlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu yönüyle otomobil, kişisel özerkliğin de ana araçlarından biridir. Ehliyet sahibi olmak, reşit olunduğunun bir belirtisi olurken, yaş haddi veya herhangi bir kusurdan dolayı ehliyetin iptal edilmesi de sahip olunan toplumsal mevkiinin yitirilmesi ile eş değer görülmektedir. Böylelikle otomobil, kültürel alanda bir özgürlük, iktidar, bireyselliğin dışa vurumu konumlarını işgal eder; zaten bu simgesellik de zihnimizde otomobil merkezli ulaşım konusuna eleştirel bir değerlendirme yapmamızı engellemektedir. Bu kör nokta bizzat şoförlük deneyiminin verdiği hazla de iyice körelir.

Buna “araba sahibi olmak” ideolojisi diyebiliriz ve bu ideoloji sanayi kültürünün derinlerine nüfuz ederek, politik yelpazenin sağ kanadında olduğu kadar, sol kanatta da etkilidir. Bu ideolojiyi besleyen etkenler ise, reklâmlar ile ulaşım plânlamacılarıdır. Birçok aracın toplum yararımız için kullanılan sayısız etkinlikte işe yaradığı, reklâmcılar tarafından, üstüne basa basa söylenir. Bireyin rahatı, otomobilin avantajları ve toplum yaşamına katkısı sürekli yinelenir. Arabanın, bireyin hareket serbestliğinin bir sembolü olarak pazarlanması da araba satışlarını arttırıcı bir etkendir. Oysa şunu rahatlıkla görebiliriz ki, tanker kazaları sonucu olan petrol sızıntıları ve petrol şirketlerinin yol açtığı tahribatlar, kamunun fazlasıyla dikkatini çekse de, bunun hemen ardından kurtarıcı çözüm çareleri üretilmektedir. Bütün bunlar da otomobil merkezli ulaşımın zararlarının yaşamımız içinden sorgulamadan geçip gitmesini sağlamaktadır. Kitle iletişim araçları bu zararları rutinleşmiş olağanlar düzeyine indirir. Bu konudaki birkaç karşı çıkış ise, "teknoloji ve özgürlük düşmanlığı" ya da "kötümserlik" suçlanmaları ile karşılaşır.

Lâkin, bugün yaşanan ekolojik sorunları daha da arttıran şey, otomobil tüketiminin bizzat kendisidir. Muazzam boyutlara ulaşan enerji ve kaynak kullanımının yarattığı çevre tahribatı, meta tüketim ile birlikte gelen yabancılaşma, toplumsal hayatın parçalanması, mekânın gettolaşması, trafik durumunun yarattığı anti-sosyal davranışlar gibi etkenlerin, otomobilin getirdiği toplumsal sorunlardır.

Yine de bütün bu olumsuz etkenler, otomobilin en çok tercih edilen ulaşım olmasının önüne geçememektedir. Otomobilin elimizin altındayken bile bize sağlayacağı avantajlardan tümüyle yararlanmamızı bekleyedursun, onun yarattığı kalabalığın nasıl kontrol altına alınacağı ona olan bağımlılığın nasıl azalacağı ve ulaşım sistemlerinin nasıl çeşitlendirileceği üzerine kafa patlatan kimseler artık tahammül sınırlarına ulaşmışlardır.

24 Kasım 2012 Cumartesi

FENOMEN

Edmund Husserl’e göre nesneler sorunlu “şeyler”dir ve fenomenolojik indirgeme yoluyla “kurulmaları” gerekir, buna “yeniden kurma” denir ve bu aynı süreci ifade eder. Meselâ, karşımdaki iskemleyi görmem onun varolduğuna olan inancımı pekiştirir. Oysa aşkın (fenomenolojik) indirgemeyi uygularsam bu iskemlenin gerçekten varolduğuna inanmaktan vazgeçerim, ama bunu yadsımam da; onun varlığıyla ilgili her “yargıyı askıya alırım.” Bundan sonra algılanan iskemle ayraçların dışında kalır, ama iskemleyi fark ettiren yargının bilinç akışının bir öğesi olduğundan şüphe edilmez. Bu algının yöneldiği konu olan fiziksel iskemlenin kendisi değildir; bilincimde yer alan ve belleğimde saklayabildiğim, algının içeriği olan ve bilincimin fiziksel iskemleye yönelmesine yol açan, “fenomen (görüngü)” algıladığım açıdan ve algılayabildiğim kadarı ile iskemledir; iskemlenin benim bilincimde beliren vechesidir; belli bir fenomenidir.
Bilinç verilmişliklerin edilgin olarak içinde taşındığı boş bir kutu değildir. “Bilincin yönelginliği (intentionality)”, en basit şekliyle söylersek, bir şeyin bilinci olmadan bilinçlilik de olmayacağı anlamına gelir. Her bilinç hâli bir konuya yönelgin bir bilinç hâlidir ve bilinçlerin yöneldikleri bu konular, yani yönelgiler (noemata’lar), bilincin karşısında bulunduğu konulardır.

18 Kasım 2012 Pazar

"VİCDAN"

Heidegger’e göre “vicdan”, insanda kaygı varoldukça gelişen bir şeydir. “Vicdan” insanın özgür eylemidir, onun derinliği ve yüksekliği de bundan ileri gelir. “Vicdan” daha doğrusu “vicdanın sesi”  insana suçunu bildirir, bu suç “burada-olan”ın kendisindedir. Biz istemeden kendimizin seçmediği durumlar ortasında buluruz kendimizi ve üstesinden gelemeyeceğimiz ödevlerle karşı karşıya kalırız. İnsan bu durumda kararlı olmalıdır, burada-oluşunun getirdiği olumsuzluklara karşı kendini yenilgiye bırakmamalıdır. Heidegger “alınyazını, ölümün bile söz konusu olsa, kendi eline al” der. “Vicdanın sesini” bastırmaktansa vicdanlı biri olmaya hazır olmak gerekmektedir.
Kararlılık insanın yaşanını güçlükler içinde de olsa eline almasını sağlar. “Dünyada-olma”nın bir kipi olan azim, “Dasein”ı dünyasından yalıtmaz veya tamamıyla ayırmaz. Aksine “Dasein”ı dünyasındaki özgün yerine, varolanlarla ilgiye dayalı özgül ilişkilerine ve ötekiler ile meraka dayalı ilişkilerine geri döndürür. Azimli olmak, belirli bir kapsam içindeki varoluşsal olanaklardan tasarıda bulunmayı içerir. Azim kendi faaliyetinin bağlamını oluşturmaktır.

1 Kasım 2012 Perşembe

TEKNOLOJİ VERSUS ÖZGÜRLÜK

"...Tekniğin toplum üzerinde otorite kazanmasını sağlayan zeminin, ekonomik yönden en güçlülerin toplum üzerindeki iktidarı olduğu suskunlukla geçiştirilmektedir. Teknik rasyonellik bugün egemenliğin rasyonelliğidir. Bu rasyonellik, kendine yabancılaşmış toplumun cebri niteliğidir.”
M. Horkheimer & T. Adorno (Aydınlanmanın Diyalektiği’nden)*

Yaşadığımız dünya, teknolojiyi zorunlu olarak kullanmak mecburiyetinde kalacağımız şekilde düzenlenmiştir. Yaşamımızın her alanında teknoloji ve onun ürünleri vazgeçilmez araçlar olarak yanı başımızda durur. Yaşamın bu pratik araçları, bireylerin “rasyonel” amaçlarını gerçekleştirmelerinde önemli yardımlarda bulunur.
Öyle ki, bu yönüyle teknoloji, aynı zamanda bir rasyonelliğin de tezahürüdür. Modern toplumları oluşturan/öyle olduğu düşünülen rasyonellik, bilimden yarattığı teknoloji ile özgürlük vaadini de arkasına alarak geleneksel toplum ve ona ait değerleri ortadan kaldırmıştır. Fakat, biraz da yapısalcılar gibi düşünerek söylersek, geleneksel toplumun yerini sanayi toplumuna bırakması, geleneksel toplum içerisindeki değerlerin de ortadan kalkışı anlamına gelmemektedir. Değerlerden birçoğu biçim değiştirerek modern topluma uyum sağlamışlardır. İşte, geleneksel toplumun kendi sınırlı yapısı içerisindeki totaliter değerler de, modern devlet ile de birleşerek, daha inceltilmiş ve göze batmayacak bir hâle geldiler ve modern toplumdaki farklı alanlara dağıldılar.

Bu alanlardan birisi de Frankfurt Okulu’nun teorileştirdiği “kültür endüstrisi”nin ürünü olan “kitle kültürü” kavramıdır. Çünkü modern kapitalist devlet teknolojiyi, ideolojik olarak ve yoğun bir şekilde kültürel alanda da kullanmaktadır. Frankfurt Okulu’nun bu teorisine göre, kültürün bir meta olarak dolaşıma girmesi ve böylelikle bir endüstriye dönüşen kültürün asıl vasfı olan sanatsal niteliğinin ideoloji yayan bir metaya dönüşmesi, kültürü yayan kurumların yerine devleti geçirmiş, böylelikle de bireylerin birbirleriyle yalnızca ortak bir otorite vasıtasıyla ilişkiye girmelerine neden olmuştur. Bir otorite şekli olan devletin sadece kültür yoluyla iktidarını kuruduğu söylenebilse de, kültürün artık fazlasıyla teknolojiye bulaşması, hatta sadece “teknolojik” olması, onu teknolojinin yükselttiği bir kültür endüstrisi haline getirmiştir. Görüyoruz ki, kültür için teknoloji, vazgeçilmez bir güç ve otorite aracı olmuştur.


* HORKHEIMER, Max & ADORNO, Theodor W. (1999): Aydınlanmanın Diyalektiği ,  Kabalcı Yayınevi, İstanbul, S: 8-9