Kültür
ve inanç kavramlarının zirve yaptığı bir çağdayız. Bu iki kavram yeri geliyor bütün
insanî sorunların üzerine çıkıyor, onları örtüyor, öteliyor, önemsizleştiriyor
ya da bu sorunların görmezden gelinmesini sağlıyor; yeri geliyor bütün hak
taleplerinin biricik çıkış noktası olarak insana ait diğer tüm talepleri bir
çırpıda basitleştiriyor. Dahası, çoğunlukla yerel savaşlar, politik çekişmeler
ve çatışmaların da mimarı bu iki kavram oluyor.
Öyleyse
bu saatten sonra kültür ve inancın önemsiz kavramlar olduğunu
söyleyemeyeceğimize göre, burada temel bir problemin altını çizmemiz gerekiyor.
Kültür ve inancın tarihsel olarak
algılanması, kanımca, yaşadığımız dönemin asıl problemini oluşturuyor. Öyle ki
bu algı, kültürün ve inancın tarihin bir anında donmuş kalmış, sabit ve
değişmez bir nesne gibi görülmesini sağlıyor. Oysa bu kavramların tarihselliği,
geçmişten yığıla yığıla gelmesinden, geçmişin vaktiyle bir kültürel birikim
yaratmasından, aynı birikimin kişilerin bulundukları kültürel ve inanç
sistemine kök salmasını sağlamasından ve bu getirilerin süreç içerisinde sahiplenilip
bir miras gibi algılanmasından kaynaklanıyor. Böylelikle insanlar da gözünü
açtığında bulduğu kültürel veya inançsal figürleri, saflaştırıp öteki kuşaklara aktarma derdine düşüyor. Halbuki bu kavramlar
da her durumda ve her şekilde bir değişim/dönüşüm yaşıyor ama bu değişim/dönüşümün
süresi bir insan ömrünün önemli bir kısmını kapladığı için, hele ki kavramlara
kendini adamışlar açısından, bu değişimlerin fark edilmesi oldukça zor oluyor.
Hatta fark edildiği anda bile, aynı tarihsel algı sebebiyle, kültürel ve
inançsal değerlere daha sıkı sarılma gibi tepkisel bir durum da ortaya
çıkabiliyor. Değişim denen şey kabul edilse bile, buradaki kontrol ele alınmak
isteniyor. Bu da zaten muhafazakârlık oluyor.
Üç buçuk yıldır Tunceli/Dersim’de yaşıyorum. Şehrin politik havasında son iki yıldır
olan bitenlere dışarıdan bir göz ile baktığımızda, çok bildik ve dikkat çekici
bir seyir ile karşılaşıyoruz. Taşralı muhafazakârlığının etkisiyle Batı’daki ufak
il ve ilçelerdeki “küçük yer” psikolojisinin, yine son iki yılda üniversitenin
açılmasıyla nüfusu 5 bin kişi artan Dersim’de de oluşmaya başladığını gözlemliyoruz.
Bu psikoloji, dışarıdan gelenin farklılığını ön kabul olarak ele alan, tüm dış
unsurları bozucu, yozlaştırıcı (hatta düşman) gören, her türlü olumsuzluğun
ihalesini “farklılara” çıkartan, bulunduğu yerin değerlerini sadece dil ve
etnik temelli bir kültür veya din/inanç söylemleriyle şekillendiren, değişime/dönüşüme
karşı bir kültür ve inanç halesi yaratıp süreç içinde ne kendisinde, ne de bu kavramlarda
hiçbir değişim olma“-mış gibi” yapan kısır bir yapı üzerinde yükseliyor. Bütün
bu gelişmeler de, özellikle kültürün tarihsel
olarak algılanmasına neden oluyor. En temel özelliği değişim olan kültür,
tarihsel bir varlık gibi durağan, değişmeyen, sabit biçimde ele alınıyor. Dünya
tarihinin gördüğü en hızlı değişimlerin yaşandığı bir dönemde kendisi dahil her
şey değişirken, kültür ve inanç yapılarının aynı kaldığını/kalması gerektiğini
düşünen bu zihnî algı sonucu ortaya çıkan bir takım gelişmeler de bize, Türk
muhafazakârlığının tadına doyamadığı konulardaki ahlâkçı dilini anımsatıyor. Ne tesadüf ki bu dilin sonunda ortaya çıkan örnekler de bire bir aynı.
Doğal
olarak bu algı sonucu oluşan tepkilerden Dersim’de farklı olan herkes nasibini fazlasıyla alıyor. Bazen farklıları şehre taşıyan üniversite protestoların
odağı olurken, bir misyon adına üniversitenin kurulduğu ve “Dersim kültürünü
yozlaştırmak için cemaatleşmenin merkezi” yapıldığı söylemi sürekli işleniyor. Aynı
tavır, birahanelere dışarıdan getirilip çalıştırılan 8-10 kadının koca bir
şehrin ahlâkını ve kültürünü bozduğu, yozlaştırdığı algısıyla yine kendini
ayakta tutmaya çalışırken, tüm olumsuzlukların (“ahlâksızlıklar”, “fuhuş”
deniyor), hatta boşanmaların ihalesi de bu kadınlara çıkarılıyor.
Hatta
hikmeti kendinde saklı bir hesapla “Dersim’de
son bir yılda 100’e yakın aile bu kadınlar yüzünden boşandı” denilirken,
farkında olmadan insanların (özellikle kadınların) boşanma hakları, meşruiyet
alanı dışına itiliyor. Sağ muhafazakârlığın kutsal
ailesi, kültürel yozlaşmaya karşı üretilen sol söylemlerde de hayat
bulabiliyor. İlginç olan, bu eril dilin
kadınlarca da sahiplenilmesi. “Kadın bedeninin sömürüsü”nün alt yapı
oluşturduğu bu söylemler böylelikle, kadını ailenin (dolayısıyla evin) kutsal
direği olarak gören, mekânın da kutsal ev olduğu katı ve eril bir ahlâkçılıkla
da el ele ilerliyor. Kadın bedeni sağ literatürün namus, mahremiyet, iffet aracı
olurken, sol literatürde de kültürel yozlaşma merkezli bir ahlâkçılığın söylem
ve manevra alanı haline geliyor. Tabi ki, bu değerlerin bekçiliğine de erkekler soyunuyor.
Politik hareketliliğin “kültürümüz,
inancımız elden gidiyor” söylemiyle canlı tutulmaya çalışıldığı bu süreçte,
farklılıkların karşılaşmasından doğan/doğacak olan değişimden korkuluyor. Sonunda
da farkında bile olmadan değişim içinde doğup ölen tüm nesiller hiç
değişmeyecek zannıyla bir kültürün koruyuculuğuna soyunuyor.
Bu
iki “yozlaştırıcı” gelişmenin yanına, bir de “balici gençler” efsanesi
ekleniyor. “Efsane” diyorum çünkü, büyük şehirlerdeki isim babalarının
yanlarına çırak olarak dahi almayacakları birkaç sokak serserisine bu şehirde
“balici” deniyor. Tanım yapmanın yanlışlığının bilgisiyle de olsa ilginçtir,
akşam ailesinin evine yatmaya giden, babasının cebine harçlık koyduğu, okula
devam eden, üstü başı düzgün bu “balici gençler” şehirdeki politik grupların doğrudan
hedefi oluyor. Yine muhafazakâr literatürden iyi bildiğimiz bir yöntemle önce
bir sorun yaratılıyor, sonra Dersim’in yozlaşan yüzünü temsil ettiği düşünülen
bu gençler üzerinden, ucu devlete de dokunan, kültürel yozlaşma ve asimilasyon karşıtı
politikalar üretiliyor. Üniversite, birahanede çalışan kadınlar, “balici
gençler” tedirginliğiyle şehir daha da içine kapanıyor. Nihayetinde de politik gerilim, özünü
erilliğin oluşturduğu akaik değerleri zirveye taşıyor.
Oysa
ki bizler, hedef saptıran, toplumun gazını kapkaççılar ve baliciler üzerinden
almaya çalışan “beyaz türk” politikalarının hiç de yabancısı değiliz. Uzun bir
dönem tüm medyada, bütün melanetlerin kaynağının bu gençler olduğu adeta
zihinlere kazındı mı? Dahası, ahlâkı ve yozlaşmayı sadece kadın ve cinsellik
üzerinden tanımlayan muhafazakâr yaklaşımları da iyi tanıyoruz. Bu yaklaşım
kadını “meta olmak”tan kurtaracağım diye, kamusal alanın dışına iten riyakâr anlayış
değil mi? Sadece kadın bedeni üzerinden açıklanan ve oradan bir şehrin yüce ahlâkına
uzanan yolu kaç defa daha geçeceğiz? Kısacası, Dersimli dostlarımızın bütün bu
olanlara kendi pencerelerinden bakmayanları “kültürel emperyalistler” ya da
“yoksa sen de mi bu birahanelere gidiyordun” bayağılığı ile karşılamadan önce
bazı konuları biraz durup düşünmeleri gerekiyor.
Şimdi
ise birahanelere konan ses bombalarından ve yoğun protestolardan sonra
kadınların şehirden çıkarılmasıyla tüm şehir artık derin bir nefes almış
durumda. Peki sırada kim/kimler var? Aslında bütün bu olaylar bize yozlaşmanın
uzaklarda değil, politik düşüncede aranması gerektiğini, bir zamanlar evrensel
değerler peşinde koşan sol' un yerel
(/etnik) tercihleri sonucunda düştüğü durumun hâl-i pür melâlini de gösteriyor.
Şiddet potansiyelini her daim içinde taşıyan, sürekli hayali bir geçmişe
öykünen, folklorik ve otantik olanın dışında herhangi bir değer üretememiş,
üretmek gibi de bir derdi olmayan, sabit bir kültür ve inanç algısının zamanı
anlamaktan uzak olduğunun artık bilinmesi gerekiyor. Ve maalesef içe kapanma her
yerde özgürlük değil, zorbalık üretiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder