Bir
eğitim-öğretim yılını daha geride bırakmakta olduğumuz şu günlerde, her
kesimden insanın, her yıl sonunda yaşadıklarına benzer şekilde, eğitim
sorunlarıyla daha bir içli dışlı olduklarını, geride kalan her yıl gibi bu
yılın da muhasebesini yaptıklarını görüyoruz. Bu sorunlarla en fazla
ilgilenmesi gereken ve bu türden sorunları ortadan kaldırmakla görevli Milli
Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) da sorunları çözmeye yönelik bir takım
çalışmalarının olduğuna şahit olmaktayız. İşte bu yazının konusu, M.E.B.’nın
öğretmenlerden kaynaklandığını düşündüğü eğitim sorunlarını çözmeye yönelik
çabalarına belki bir katkıda bulunmak, bu çabalardan bazılarını
eleştirmek/eleştirmeye açmak, o da olmazsa
en azından boşluğa bir ses vermektir.
Öncelikle
meseleye en temelden başlamak gerekirse, bugün anladığımız anlamıyla
“kurum-institution” veya “kurumlaşma-institutionalization” dediğimiz kavramlar,
“modern” kavramlardır. Bir süreç olarak
ele alabileceğimiz moderniteden önce de “kurumlar”dan söz edilebilirdi, fakat
modernizmin dümdüz ettiği/etmeye çalıştığı bu geleneksel kurumların hiçbiri,
günümüzde “kurum” adını verdiğimiz yapı ile (bilhassa modern kurumların
hukuksal bir özellik taşımaları ve kurallar bütünlüğüne dayanmaları, tüm
toplumsal sistemin canlı bir parçası olmaları vb. bakımlardan) çok da benzer
işleyiş sistemlerine sahip özellikler taşımamaktadırlar. Kısacası her iki
kurumsal yapıda da kurum içi geçişlerin belli kurallara bağlanmış olması ya da
kurumda belli ritüellerin yerine getiriliyor, törenlerin yapılıyor veya
sembollerin kullanılıyor olmaları benzer özellikler gibi görünse de, burada
nitelik ve ama özellikle zihniyet olarak iki farklı kurumsal yapıdan
bahsetmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
Zaten sanayileşme ile başa baş giden modernleşme, kendi kurumlarını yaratırken, bu kurumları kendi kurallarıyla da biçimlendirmişti. İşbölümü, karmaşık bir hiyerarşi, geleneksel kurumlardan modern kurumlara sirayet etmiş ve artık başka bir şey olmuş “iş ahlâkı”nın yanında modernizmin gözde kavramları olan rasyonellik ve objektiflik de bu kurallar bütünü tamamlayan kavramlardandı. Böylelikle bir anlamda da liberal demokrasinin kurumları olan bu yeni yapılar, bireylerin önünde yer alan ve onları kapsayan, biraz da kutsanmış, bir kurumsal bütünlük şeklinde ortaya çıkmıştı.
Burada bir düzen arayışından çok mevcut düzenin devamının esas alındığı görülmektedir. Artık gözde kavramlar, hukuksal yapı, rasyonellik, üretim kapasitesinin arttırılması, kalite, rekabet, gelişme, genişleme, pazar payı, satış, pazarlama gibi mülkiyetin/sermayenin korunmasını ve sürdürülmesini amaçlayan kavramlardır. Mülkiyet ve sermaye, “kurum” dediğimiz yapının tam ortasına oturduğundan bu dokunulmaz iki kavramı sarsabilecek/zayıflatabilecek her türlü girişim de kurumsal işleyiş içerisinde bertaraf edilebilmektedir. “Kurumlaşma” zaten biraz da böyle bir şeydir.
Üstelik “kurum” adına çerçevelediğimiz bu nitelikler, ne bir ideal ne de ulaşılması gereken birer hedeftirler ve tartışılması gereken noktaları her zaman vardır. Hatta modernleşmenin bir parçası olan kurumlaşmanın, politik patronaj ilişkilerini tümüyle tasfiye ettiğini söylemek bile “modernleşmesini” tamamlamış ülkelere bakılarak söylenemeyebilir. Yine de niteliksizleşme ve ataleti azaltacak/ortadan kaldıracak tek ölçüt bir “liyakat sistemi”nin kurulması olarak görülmektedir.
İşte kısaca bahsettiğimiz bu sürecin sonucunda günümüzdeki kurumsal yapıya ulaşmış bulunmaktayız ya da ulaştığımızı sanmaktayız. Bir kurumun, kurumlaşması için en başta gelen niteliklerden birisi de meşru ve akılcı bir “liyakat sistemi” olduğuna göre, sırası geldiği için de artık şu soruyu sorabiliriz: Bir kurum olarak MEB acaba ne zaman meşru ve akılcı bir liyakat sistemine kavuşacaktır? MEB, atamalarda kullandığı ölçütlerde liyakati mi esas almaktadır, yoksa niteliksizliği ve ataleti mi ödüllendirmektedir? Öğretmenlerin niteliklerinden (ya da tam tersi) kaynaklanan eğitimin sorunları sadece ekonomik bir düzeltme işi midir? Uygulanması düşünülen “kademeli geçiş sistemi” bir liyakat sistemi midir ve bu sistem öğretmenleri “çalışmaya” sevk edebilir mi? Hatta bu yeni sistem eğitimin kalitesini arttırabilir mi? Neticede sorular daha da uzatılabilir, fakat biz diğer soruları ve onların yanıtlarını da aşağıdaki bölümlere saklayıp şimdi atamalarda kullanılan ölçütlerden başlayarak bu soruların peşine düşelim.
Zaten sanayileşme ile başa baş giden modernleşme, kendi kurumlarını yaratırken, bu kurumları kendi kurallarıyla da biçimlendirmişti. İşbölümü, karmaşık bir hiyerarşi, geleneksel kurumlardan modern kurumlara sirayet etmiş ve artık başka bir şey olmuş “iş ahlâkı”nın yanında modernizmin gözde kavramları olan rasyonellik ve objektiflik de bu kurallar bütünü tamamlayan kavramlardandı. Böylelikle bir anlamda da liberal demokrasinin kurumları olan bu yeni yapılar, bireylerin önünde yer alan ve onları kapsayan, biraz da kutsanmış, bir kurumsal bütünlük şeklinde ortaya çıkmıştı.
Burada bir düzen arayışından çok mevcut düzenin devamının esas alındığı görülmektedir. Artık gözde kavramlar, hukuksal yapı, rasyonellik, üretim kapasitesinin arttırılması, kalite, rekabet, gelişme, genişleme, pazar payı, satış, pazarlama gibi mülkiyetin/sermayenin korunmasını ve sürdürülmesini amaçlayan kavramlardır. Mülkiyet ve sermaye, “kurum” dediğimiz yapının tam ortasına oturduğundan bu dokunulmaz iki kavramı sarsabilecek/zayıflatabilecek her türlü girişim de kurumsal işleyiş içerisinde bertaraf edilebilmektedir. “Kurumlaşma” zaten biraz da böyle bir şeydir.
Üstelik “kurum” adına çerçevelediğimiz bu nitelikler, ne bir ideal ne de ulaşılması gereken birer hedeftirler ve tartışılması gereken noktaları her zaman vardır. Hatta modernleşmenin bir parçası olan kurumlaşmanın, politik patronaj ilişkilerini tümüyle tasfiye ettiğini söylemek bile “modernleşmesini” tamamlamış ülkelere bakılarak söylenemeyebilir. Yine de niteliksizleşme ve ataleti azaltacak/ortadan kaldıracak tek ölçüt bir “liyakat sistemi”nin kurulması olarak görülmektedir.
İşte kısaca bahsettiğimiz bu sürecin sonucunda günümüzdeki kurumsal yapıya ulaşmış bulunmaktayız ya da ulaştığımızı sanmaktayız. Bir kurumun, kurumlaşması için en başta gelen niteliklerden birisi de meşru ve akılcı bir “liyakat sistemi” olduğuna göre, sırası geldiği için de artık şu soruyu sorabiliriz: Bir kurum olarak MEB acaba ne zaman meşru ve akılcı bir liyakat sistemine kavuşacaktır? MEB, atamalarda kullandığı ölçütlerde liyakati mi esas almaktadır, yoksa niteliksizliği ve ataleti mi ödüllendirmektedir? Öğretmenlerin niteliklerinden (ya da tam tersi) kaynaklanan eğitimin sorunları sadece ekonomik bir düzeltme işi midir? Uygulanması düşünülen “kademeli geçiş sistemi” bir liyakat sistemi midir ve bu sistem öğretmenleri “çalışmaya” sevk edebilir mi? Hatta bu yeni sistem eğitimin kalitesini arttırabilir mi? Neticede sorular daha da uzatılabilir, fakat biz diğer soruları ve onların yanıtlarını da aşağıdaki bölümlere saklayıp şimdi atamalarda kullanılan ölçütlerden başlayarak bu soruların peşine düşelim.
“Deneyimli Bir
Arkadaşımız!...”
M.E.
Bakanı Hüseyin Çelik, bir televizyon programında kendisine sorulan “Ankara İl
Milli Eğitim Müdürü’nü neye göre atadınız?” meâlinden bir soruya verdiği
yanıtta, atanan kişinin “17 yıllık meslek deneyimi olduğunu” ve “kanun ve
yönetmelik bilgisine hakim” bulunduğunu söylemişti. Aslında M.E. Bakanı’nın
Ankara İl Milli Eğitim Müdürünü atama ölçütü olarak söyledikleri, kanımca bugün
eğitimin en önemli sorunlarından birisidir.
Öyle ki, atama ve yer değiştirmelerde tecrübe/deneyimin eğitim dilindeki adı olan hizmet puanı (yani her yıl görev yerine göre alınan puanların hizmette geçen yıllarla çarpılması sonucu ortaya çıkan toplam puan) birincil nitelik olarak esas alınmakta ve geçip giden bu yılların getirisi olarak bir “değer” gibi düşünülen tecrübe de, en önemli tercih sebebi olmaktadır. Oysa, eğer “çağımız bilgi çağı” ise ve “bilgi de bir güç “ise tecrübeden bilimsel anlamda bir bilginin (knowledge) çıkacağını söylemek zordur. Geleneksel toplumun bir değeri olarak tecrübe, asla bir liyakat ölçütü değildir. Liyakat kazanılmış bir haktır, halbuki hizmet puanı ekstra bir emek harcanarak kazanılmış bir hak değildir, geride kalan yılların hatırına verilen bir ödül de olmamalıdır. Öyle ki hiçbir yeniliği takip etmeden, hep bir önceki yılın tekrar edilmesi ile bile “çip para” gibi her yıl “hizmet puanı” adı verilen “ölçüt” puan, zaten siz yorulmasanız da birikmektedir.
Bu nedenle, hizmet puanını en birincil önemdeki kriter olarak almak demek kısacası öğretmene “kendini geliştirme”, “eğitimini yükseltme”, “branşındaki yenilikleri takip etme”, “bir dil öğrenme” demektir. Bu da ne bilgisayar kullanabilen, ne dil bilen, ne öğrenmeye araştırmaya meraklı, ne de eğitimine akademik katkılar yapan öğretmenlerden olma, otur hizmet puanı biriktir anlamına gelir. Tecrübeli ama mezuniyetinden çeyrek yüzyıl kadar geçmesine rağmen taş taş üzerine koyamamış, yeniliklerden habersiz, el yordamı ve deneme yanılma yoluyla (ilginçtir MEB’de de işler genelde böyle yürümektedir. Bu da sadece tesadüf mü acaba?), yani geleneksel ve akıldışı yollarla, yolunu bulmaya çalışan öğretmenlerin el üzerinde tutulduğu bir eğitim sisteminden beklentiler de sanırım o derece sınırlı ve sığ olacaktır. Tabi eğer bir şey bekleniyorsa!... Daha fazla hizmet süresi = Daha fazla tecrübe = Daha değerli öğretmen denkleminden çıkan kolaycılık, aslında bugün tüm Türkiye’nin, ama özelde eğitim kurumlarının yarasıdır ve neden çağdaş bir eğitim verilemediğinin de yanıtını içinde saklar.
Öyle ki, atama ve yer değiştirmelerde tecrübe/deneyimin eğitim dilindeki adı olan hizmet puanı (yani her yıl görev yerine göre alınan puanların hizmette geçen yıllarla çarpılması sonucu ortaya çıkan toplam puan) birincil nitelik olarak esas alınmakta ve geçip giden bu yılların getirisi olarak bir “değer” gibi düşünülen tecrübe de, en önemli tercih sebebi olmaktadır. Oysa, eğer “çağımız bilgi çağı” ise ve “bilgi de bir güç “ise tecrübeden bilimsel anlamda bir bilginin (knowledge) çıkacağını söylemek zordur. Geleneksel toplumun bir değeri olarak tecrübe, asla bir liyakat ölçütü değildir. Liyakat kazanılmış bir haktır, halbuki hizmet puanı ekstra bir emek harcanarak kazanılmış bir hak değildir, geride kalan yılların hatırına verilen bir ödül de olmamalıdır. Öyle ki hiçbir yeniliği takip etmeden, hep bir önceki yılın tekrar edilmesi ile bile “çip para” gibi her yıl “hizmet puanı” adı verilen “ölçüt” puan, zaten siz yorulmasanız da birikmektedir.
Bu nedenle, hizmet puanını en birincil önemdeki kriter olarak almak demek kısacası öğretmene “kendini geliştirme”, “eğitimini yükseltme”, “branşındaki yenilikleri takip etme”, “bir dil öğrenme” demektir. Bu da ne bilgisayar kullanabilen, ne dil bilen, ne öğrenmeye araştırmaya meraklı, ne de eğitimine akademik katkılar yapan öğretmenlerden olma, otur hizmet puanı biriktir anlamına gelir. Tecrübeli ama mezuniyetinden çeyrek yüzyıl kadar geçmesine rağmen taş taş üzerine koyamamış, yeniliklerden habersiz, el yordamı ve deneme yanılma yoluyla (ilginçtir MEB’de de işler genelde böyle yürümektedir. Bu da sadece tesadüf mü acaba?), yani geleneksel ve akıldışı yollarla, yolunu bulmaya çalışan öğretmenlerin el üzerinde tutulduğu bir eğitim sisteminden beklentiler de sanırım o derece sınırlı ve sığ olacaktır. Tabi eğer bir şey bekleniyorsa!... Daha fazla hizmet süresi = Daha fazla tecrübe = Daha değerli öğretmen denkleminden çıkan kolaycılık, aslında bugün tüm Türkiye’nin, ama özelde eğitim kurumlarının yarasıdır ve neden çağdaş bir eğitim verilemediğinin de yanıtını içinde saklar.
Örnek
vermek gerekirse, geçtiğimiz dönem yayınlanan “Anadolu Liselerine Öğretmen
Seçimi”ne dair genelgede yer alan puanlamanın birinci maddesinde “10 yıla kadar
her hizmet yılı için: 1” puan öngörülmektedir. Burada dikkat çekici olan nokta,
10 yıldan sonraki her yıl için kaç puan verileceğinin belirtilmemiş olmasıdır.
Bunun birkaç madde altında ise “branşında/eğitim bilimleri alanında/bölümünde
yüksek lisans yapanlara: 4”, “doktora yapanlara: 5” puan verilmektedir. Yani
işin aslı, aynı göreve talip iki öğretmenden “hizmet puanı” fazla olan ya da
“tecrübeli” olarak kabul edilen öğretmen, 4-5 yıllık bir farkla taş atıp kol
yormadan branşında yüksek lisans/doktora yapan diğer öğretmen ile aynı puanı
toplamaktadır. Üstelik aynı genelgenin yedinci maddesinde, ülkemizde işlerini
patronaj ilişkileri yoluyla yürüten “kötü niyetlilere” açık kapı da bırakılmış,
“komisyon takdiri” başlığı altında “en fazla: 5” puan verilebileceği
bildirilmiştir. Kısacası bir yüksek lisans/doktora mezuniyeti ancak bir
“komisyon takdiri” kadar etmektedir. Keza ülkemizdeki tüm kurumlaşamamış
kurumlardaki bu komisyonlar, “komisyon takdirleri”ni politik ve ideolojik
temayüllere uygun olarak kullanmaktadırlar. Böylelikle de liyakat ve çalışma
değil, niteliksizlik, atalet ve kötü niyet ödüllendirilmektedir.
Hemen
belirtmek gerekir ki, hizmet puanının ölçüt olarak kabul edilmesi gereken yer
tayin amaçlı yer değiştirmeler olmalıdır. Türkiye’nin en ücrâ yerlerinde
yıllarca çalışmış olmak, tabi ki bir süre sonra orada çalışanlara da bir “iyi
niyet” olarak daha iyi yerlerde çalışmayı sağlamayı gerektirir. Fakat bir kurum
içerisinde yapılacak atama/statü yükselmesi (burada Anadolu ve Fen Liseleri’nin
ve yöneticilerin statüsel konumları düşünülmelidir) bir liyakat esasını da beraberinde
getirir/getirmesi gerekir. Bu da bir nitelik sorununu doğuruyorsa, zaten hizmet
puanının niteliksel bir özelliği yoktur. “Vardır” demek ise öznelliğe ve
atalete kapı aralamaktır.
Şu da eklenmelidir ki, “bilmek”, öğretmeyi de bilmek demek değildir. Lakin, “hizmet puanı üstünlüğü” olanların da “öğretmeyi bildiğini” kim iddia edebilir. Bunun bir terazisi olduğunu söylemek de mümkün değildir. Eğitimin meyvelerinin toplanmasının da yılları bulduğu göz önünde olduğuna göre, iş içinden çıkılmaz bir hâl almaktadır.
Şu da eklenmelidir ki, “bilmek”, öğretmeyi de bilmek demek değildir. Lakin, “hizmet puanı üstünlüğü” olanların da “öğretmeyi bildiğini” kim iddia edebilir. Bunun bir terazisi olduğunu söylemek de mümkün değildir. Eğitimin meyvelerinin toplanmasının da yılları bulduğu göz önünde olduğuna göre, iş içinden çıkılmaz bir hâl almaktadır.
Son olarak, hizmet puanını birinci nitelik
olarak alanlar şu sorulara karşılık bulmalıdırlar: Tecrübe yıllar boyunca
yaşayarak öğrenilenler olduğuna göre, bir öğretmen “tecrübelenene” kadar
elinden geçen kuşaklar ne olacaktır? Tecrübenin ölçütü nedir? Hizmet süresi bir
tecrübe ölçütü müdür? Ve hayati soru: Eğer tecrübe bir bilgi türü ise, tecrübe
etmediklerimizi nasıl bileceğiz?
Ya Diğer
“Nitelikler?”
Öte
yandan MEB’in atama ve yer değiştirmelerde kullandığı ölçütler sadece “hizmet
puanı” ile sınırlı değildir. Bunlardan biri de “sicil notu”dur. Sicil notu,
“sicil amirleri”nden biri olan okul müdürü ile okula gelen müfettişlerin
verdikleri değerlendirme notunun toplamının ortalamasının alınması sonucu
oluşmaktadır. Eğer bu iki not arasında on puanın üzerinde bir fark olursa, bu
farlılığın nedeni soruşturma sebebi olmaktadır. Burada okul müdürlerinin
değerlendirme notlarını yıl sonu müfettişlerin notunu da göz önünde tutarak
değerlendirmesini yapmasının arada bir denge sağladığı da söylenebilir. Hatta
sicil notunun belirlenmesi öğrenci velileri ve öğrencilerin katılması da bir
olumlu durum olarak alınabilir.
Peki
sicil notu bir liyakat ölçütü ya da tercih nedeni olabilir mi? Bu sorunun
yanıtı hem “evet” hem de “hayır”dır. Evet, çünkü atama komisyonunun bire bir
öğretmenleri tanıması mümkün olmadığına göre, sicil amirlerinin öğretmen
hakkındaki izlenimleri veya takipleri sonucunda ortaya çıkan sicil notu, bir
“ön bilgi” olabilir. Hayır, çünkü sicil notunun hiç de küçümsenmeyecek kadar
çok okul müdürü ve müfettiş tarafından pek de iyi niyetle kullanıldığı
söylenemez. Üstelik, yılda bir kez gelip, bir dersinize giren müfettişin sizi
ne kadar ölçebileceği de hem öğretmen hem de müfettiş açısından sorunlu bir
durumdur.
MEB’in
atama ve yer değiştirmede kullandığı bir diğer ölçüt ise “son üç (bazen iki)
adli ve idari soruşturma sonucu görev yeri değiştirilmemiş olmak” veya “son üç
(bazen iki) yıl içinde aylıktan kesme veya maaş kesimi cezalarından daha ağır
bir disiplin cezası almamış olmak” gibi yasa koyucular açısından düşünüldüğünde
daha anlaşılabilir olan maddelerdir. “Anlaşılabilir” olmasının nedeni, yönetim
erkinin de bir takım korunma reflekslerine sahip olabilirliği/olabileceğidir.
Yine de bu cezaların son birkaç yılı kapsaması ve daha gerilere gitmemesi
olumlu bir durum olarak düşünülebilir. Fakat yine de bu ölçüt için söyleyemesek
de, bu ölçütün oluşmasına neden olabilecek durumlar çelişkilerle doludur.
Örneğin, okul müdürü ile herhangi bir nedenden dolayı tartışan öğretmen “makam
farkı” yüzünden okuldan uzaklaştırılıp yer değiştirilirken, yani
cezalandırılırken, aynı müdür çoğu kez kendi okulunda kalmaktadır, hem de
hiçbir cezai yaptırıma uğramadan.
Öte
yandan, yine bu konudaki bir diğer “öznel” örnek de, geçtiğimiz dönemde ”Bilim
ve Sanat Merkezi’nin” öğretmen ihtiyacının karşılanması için okullara
gönderilen yazıda karşımıza çıkıyor. Yukarıda sıralanan bazı “ölçütler”in de
yer aldığı bu duyuruda, “çağın getirdiği yeni gelişmeler ve değişmelere açık
olanlar” ve “ekip çalışmasına yatkın olanlar” gibi, bir kriter olarak alınması
durumunda epey sorun yaratacak maddeler de bulunmaktadır. Duyurudaki cümlelerle
söylersek, “öğretmenleri belirlemede göz önünde tutulacak tercih nedenleri” bu
kadar nesnellikten uzak olursa, eğer bu nitelikler öğretmenin suratında
yazmıyorsa, talip olunan yer ve göreve seçilecek kişiler de o derece tartışmalı
olabilecektir.
Diğer
yandan, atama ve yer değiştirmelerde ölçüt olarak kullanılan bir diğer kriter
de, meslek içi seminerlere ya da kurslara katılmış olmaktır. Bu öncelikle
oldukça yerinde ve Batı’daki kurumlaşmış kurumlarda uygulanan akılcı
ölçütlerden örnek alınan önemli bir uygulama olsa da yine ülkemizde ne derece
uygulandığı düşünüldüğünde durum üzüntü verecek kadar kötüdür. Çünkü pek çok
hizmet içi eğitim kursu ilgisizlik nedeniyle açılamamakta, kursların zorunlu
hâle getirilmesi de “gönüllülük” esasını ortadan kaldırdığı için kursiyerlerden
istenilen verimin alınmasını imkânsız kılmaktadır. “Hizmet içi eğitime”
katılmak bir liyakat ölçütüdür, çünkü verilmiş bir emek ve öğrenme isteği söz
konusudur.
Burada yine kocaman bir AMA yazarak başlamak gerekirse, ülkemizde hizmet içi kursa katılmak da çoğu kez her öğretmenin harcı değildir. Önce hatırlı dostlar aranacak, araya bürokratlar ya da politikacılar sokulacak, o da olmadı sendikacılar devreye girecek ve siz istediğiniz “hizmet içi semineri”ne katılacaksınız. Üstelik atama ölçütlerine göre puanlamada dört tane on beş günü aşan hizmet içi seminere katıldığınızda bir yüksek lisans bitirmiş gibi değerlendiriliyorsunuz. Hizmet içi eğitim seminerleri önemli kurslardır, bunlara çeki düzen verilmeli, katılımcıların devam takipleri düzenli yapılmalı, bu kurslar özellikle tatil yörelerinden uzak tutulmalı (zaten bir süredir çoğunlukla Ankara ve çevresindeki illlerde düzenleniyor), seminer sonunda her katılımcıya “katılım belgesi” verilmeli ama bu bir başarı belgesi olmadığı için sınava katılmak isteyenlere ciddiyetle sınav yapılıp (Çünkü ve mâalesef, MEB’in kendi bünyesinde yaptığı tüm sınavlar %100’e yakın başarı ortalaması ile sonuçlanmakta, bunun da niye böyle olduğunu herkes bilmektedir.) sınavda başarılı olanlara “başarı belgeleri” ayrı olarak verilmelidir.
Burada yine kocaman bir AMA yazarak başlamak gerekirse, ülkemizde hizmet içi kursa katılmak da çoğu kez her öğretmenin harcı değildir. Önce hatırlı dostlar aranacak, araya bürokratlar ya da politikacılar sokulacak, o da olmadı sendikacılar devreye girecek ve siz istediğiniz “hizmet içi semineri”ne katılacaksınız. Üstelik atama ölçütlerine göre puanlamada dört tane on beş günü aşan hizmet içi seminere katıldığınızda bir yüksek lisans bitirmiş gibi değerlendiriliyorsunuz. Hizmet içi eğitim seminerleri önemli kurslardır, bunlara çeki düzen verilmeli, katılımcıların devam takipleri düzenli yapılmalı, bu kurslar özellikle tatil yörelerinden uzak tutulmalı (zaten bir süredir çoğunlukla Ankara ve çevresindeki illlerde düzenleniyor), seminer sonunda her katılımcıya “katılım belgesi” verilmeli ama bu bir başarı belgesi olmadığı için sınava katılmak isteyenlere ciddiyetle sınav yapılıp (Çünkü ve mâalesef, MEB’in kendi bünyesinde yaptığı tüm sınavlar %100’e yakın başarı ortalaması ile sonuçlanmakta, bunun da niye böyle olduğunu herkes bilmektedir.) sınavda başarılı olanlara “başarı belgeleri” ayrı olarak verilmelidir.
Yine
sırası gelmişken bir noktanın da altını önemle çizmeliyiz. M.E.Bakanlığı’nın
600 bin öğretmene tamamı 75 saat olan “bilgisayar kursu” verilmesi projesi de
bu açıdan olumlu karşılanabilir. Bu sayede yüz binlerce öğretmenin bilgisayar
ile tanışacağı söylenebilir. Hatta bu yıl “plânların internetten yayınlanması”
uygulaması ve yer değiştirme işlemlerinin internetten yapılması da hiç de
küçümsenmeyecek kadar öğretmenin bu teknolojiyi kullanmasına, evine bilgisayar
veya yazıcı almasına, ilk defa “internet kafe”lerin kapısından içeriye adım
atmasına neden olmuştur. Bu ve benzeri uygulamalar devam ettiği sürece daha çok
öğretmenin bilgisayar ile tanışması sağlanabilir.
Toparlamak
gerekirse, yukarıda sıralanan ölçütlere bir kez daha baktığımızda belirtilen
birkaçı dışında hiçbirinin bir “liyakat biçimi” olmadığını görüyoruz. Çünkü bir
çaba harcayarak kazanılan ya da elde edilen hiçbir “hak” bu ölçütlerin
içerisinde bulunmamaktadır. Resmi dille söylersek “biraz akıllı uslu olan ve
‘işini bilen’ herkes” rahatlıkla bu ölçütlerden geçebilmektedir. Peki, öyleyse
liyakat ölçütleri neler olmalıdır? Şimdi de bunların peşine düşelim!....
Çözümün Yolu:
Akılcı Bir Liyakat Sisteminin Kurulması
Bugünlerde
M.E. Bakanlığı, öğretmenlerin çağın gerisinde kaldıklarını, öğrencilerinin bile
“mail adresi varken” öğretmenlerin daha bilgisayar tuşuna dokunmadıkları
eleştirilerini çoğu kez de haklı olarak yer yer dile getirmektedir. Bunun için
bulunan çözüm yollarından birisi de eğitimin ve öğretmenin kalitesinin
arttırılması amacıyla “öğretmenlerin kademelendirilmesi” yöntemi adıyla anılan
ve medyada çokça yer alan bir proje olarak ortaya çıktığına şahit olmaktayız.
“Öğretmenlerin
kademelendirilmesi” kısaca, “stajer öğretmen”, “öğretmen”, “uzman öğretmen” ve
“baş öğretmen” aşamalarıyla öğretmenlerin birbirinden maaş ve nitelik olarak
ayrılması uygulaması şeklinde düşünülmüş bir proje. Bu aşamalar/kademeler belli
yıllara bölünmüş ve bu yıllar sonucunda yapılacak sınav veya sınavlarda
başarılı olanların maaşlarında bir iyileştirme olacağı gibi, sanırım söylenmese
de çeşitli atamalarda öncelik de sağlanacak gibi görünüyor.
İlk
bakışta proje içinde bir sınavın olması bir liyakat sinyali verse de biraz
düşünüldüğünde insanın aklına pek çok soru takılıyor. Öncelikle, bu sınavın
ÖSYM dışında bir kurum tarafından yapılmaması gerekmektedir. Eğer yapılırsa ve
daha kötüsü sınavdan kasıt “mülakat” ise sınavın meşruluğu ve neyi ölçtüğü en
büyük tartışma konusu olacaktır. Dahası, bu kademelendirmenin meslekteki mi,
yoksa mesleğe yeni başlayacak olan öğretmenleri mi kapsayacağı belli değildir.
Örneğin buna göre, 15 yılını doldurmuş bir öğretmen “baş öğretmen”lik sınavı
için başvuru yapamayacaktır. Çünkü ondan önce “stajerlik” aşamasını sınavsız da
olsa atlattığı için en azından “öğretmen” ve “uzman öğretmenlik” aşamalarını
geçmesi gerekmektedir. Eğer bu öğretmenimiz en üst aşamadaki sınava
başvurabilecekse, mesleğin ilk yıllarında olan öğretmenlerin günahı nedir? Bir
mesleğe başlarken sizden hangi özellikleri taşıdığınızın, ne eğitimi
aldığınızın sorulması da bir liyakat biçimi olması bakımından kurumların
“kurumlaşma”sını sağlayan özelliklerden ise öğretmenleri mesleğe alırken de bir
seçime tabi tutmak (zaten bu yıldan itibaren böylesi bir “seçim” resmen
başlamış gibi görünüyor) zorunluluklar arasındadır.
Hatta bir dönem öğretmenliğe alınmış ve şimdi sınıf öğretmenliği yapan ziraat mühendisliği, işletme, iktisat vb. bölüm mezunlarının bu sınava hangi alanlardan girecekleri, atama alanlarından girseler dahi sınavda işin pratiği sorulmayacağına göre ne yapacakları soru işaretleri ile doludur. Aynı durum branş öğretmeni olup da sınıf öğretmenliği yapanları da kapsamaktadır. Öyle ki, bir önceki dönemdeki M.E. Bakanı’nın söylediğine göre, “tüm öğretmenlerin %60’ı kendi branşları dışında öğretmenlik yapmaktadırlar.” Hâl böyle olunca, bu uygulama eğer meslekteki öğretmenleri de kapsayacaksa, ki muhtemelen öyle olacak, bu da demektir ki öğretmenlerin %60’ı dört yılık lisans eğitimi gördükleri alanların dışında bir alanda sınava gireceklerdir/bir zorunluluk olmadığına göre belki de girmeyeceklerdir. Şimdi bu öğretmenler, bu sınava keyfe keder olduğu için katılmayacaklarsa öğretmenleri “kademelendirip” kendilerini geliştirmenin ve çalışmalarını teşvik etmenin ne anlamı kalmaktadır.
Fakat yine de hangi grubu içine alırsa alsın maaşlara yansıyacak 50, 100 bilemedin 150 milyonluk bir fark için öğretmenlerin bu sınava hazırlanacaklarını, bunun için de alanlarını ilgilendiren derslere çalışacaklarını, kendilerini geliştireceklerini, bunun için ter dökeceklerini düşünmek herhalde öğretmenleri hiç tanımamak demektir, ki Maliye Bakanlığı’nın bütçe dengelerini öne sürerek uzun süre beklettiği bu projede devletin böylesi bir parayı ver(me)mek için nasıl bir sınav hazırlayacağını tahmin etmek de güç değildir. Üstelik kendi eğitimlerine dahi inanmayan ve bireysel gelişimi, bilgi peşinde koşmayı bir angarya olarak gören öğretmenlerin bu sınavın meşruiyetine inanacaklarını kim söyleyebilir? Bu sınavın basında yer almasıyla birlikte öğretmenler arasında “uzman çavuş” ve “baş çavuş” esprilerinin yapılmaya başlaması, “kademenlendirilecek” eğitim camiası hakkında herkese bir fikir verebilir mi acaba?
Hatta bir dönem öğretmenliğe alınmış ve şimdi sınıf öğretmenliği yapan ziraat mühendisliği, işletme, iktisat vb. bölüm mezunlarının bu sınava hangi alanlardan girecekleri, atama alanlarından girseler dahi sınavda işin pratiği sorulmayacağına göre ne yapacakları soru işaretleri ile doludur. Aynı durum branş öğretmeni olup da sınıf öğretmenliği yapanları da kapsamaktadır. Öyle ki, bir önceki dönemdeki M.E. Bakanı’nın söylediğine göre, “tüm öğretmenlerin %60’ı kendi branşları dışında öğretmenlik yapmaktadırlar.” Hâl böyle olunca, bu uygulama eğer meslekteki öğretmenleri de kapsayacaksa, ki muhtemelen öyle olacak, bu da demektir ki öğretmenlerin %60’ı dört yılık lisans eğitimi gördükleri alanların dışında bir alanda sınava gireceklerdir/bir zorunluluk olmadığına göre belki de girmeyeceklerdir. Şimdi bu öğretmenler, bu sınava keyfe keder olduğu için katılmayacaklarsa öğretmenleri “kademelendirip” kendilerini geliştirmenin ve çalışmalarını teşvik etmenin ne anlamı kalmaktadır.
Fakat yine de hangi grubu içine alırsa alsın maaşlara yansıyacak 50, 100 bilemedin 150 milyonluk bir fark için öğretmenlerin bu sınava hazırlanacaklarını, bunun için de alanlarını ilgilendiren derslere çalışacaklarını, kendilerini geliştireceklerini, bunun için ter dökeceklerini düşünmek herhalde öğretmenleri hiç tanımamak demektir, ki Maliye Bakanlığı’nın bütçe dengelerini öne sürerek uzun süre beklettiği bu projede devletin böylesi bir parayı ver(me)mek için nasıl bir sınav hazırlayacağını tahmin etmek de güç değildir. Üstelik kendi eğitimlerine dahi inanmayan ve bireysel gelişimi, bilgi peşinde koşmayı bir angarya olarak gören öğretmenlerin bu sınavın meşruiyetine inanacaklarını kim söyleyebilir? Bu sınavın basında yer almasıyla birlikte öğretmenler arasında “uzman çavuş” ve “baş çavuş” esprilerinin yapılmaya başlaması, “kademenlendirilecek” eğitim camiası hakkında herkese bir fikir verebilir mi acaba?
Bir örnek
vermek gerekirse, ülkemizde yıllardır KPDS diye bir dil sınavı var ve kamudaki
memurlar bu sınava girerek yabancı dillerini derecelendiriyorlar. Bu derecelere
göre de maaşlarında “dil tazminatı” alıyorlar. Yıllar yılı böyle bir sınav
olmasına rağmen yüksek öğrenimine devam eden öğretmenlerin dışında ne ek para
ne de kendi kişisel gelişimi için bu sınava hazırlanan tek bir öğretmene
rastlamamış olmak bu projenin, bu haliyle uygulanabilirliği açısından bazı
ipuçları verebilir. Hatta İngilizce öğretmenlerinin bile köşe bucak kaçtığı bu
sınav örneği gibi belki de uç bir örnek ortadayken, üzerlerine ölü toprağı
serpilmiş eğitim camiasını “kademelendirme”ye soyunmak doğru olabilir ama bu
ölçütlerle gidilecek her yol yanlışa çıkacaktır.
Eğitimin öğretmenlerden kaynaklanan sorunları tamamen maddi değildir, eğer öyle olsaydı bir hükümet döneminde öğretmenlere ek olarak verilen %37’lik zam ile sorunların en azından bir bölümü çözülmüş olurdu. Şimdi, “öğretmenler bu kadar zor durumdayken, geçim derdine düşmüşken nasıl kendi eğitimlerine vakit ve para harcasın” demek de çok anlamlı değildir ve genellikle bu, kolay ve epey güvenli bir duygusal sığınma noktasıdır. Burada ancak şu söylenebilir, “öğretmenler bu öznel ve ataleti özendirici şartlar ortadayken neden kendi eğitimlerine vakit ve para harcasınlar ki?“
Böylesi eğilimlerin izleri tüm devlet kurumlarında olduğu gibi, tabi ki MEB içinde de mevcuttur. Bu kurumdaki atalet sisteminden beslenen öğretmenler de, “eğitim” söz konusu olduğunda bu “eğitim” kendilerini ilgilendiriyorsa üç maymunu oynamakta, başkalarını “eğitmek” işi ufukta belirdiğinde ise aslan kesilmektedirler. Ne yazık ki otoriterlikten türeyen bu zihniyet için “eğitim” ancak tecrübe ya da el yordamı ile kökleşmiş veya tedavülden kalmış “bilgi kırıntıları”nı öğrencilere, ama bir fırsat bulunsa tüm insanlığa, çoğu kez iyi niyetle, o da olmadı pek çok kez de zorla öğretilmeye çalışılmasıdır. Durum böyle olunca kendi bireysel gelişimlerine/eğitimlerine inanmayan, kendi eğitimlerine magazine, kozmetiğe, futbola veya borsaya ayırdığı vakti ayırmayan, bu amaçla para harcamayan öğretmenlerden beklentiler de o derece az ve kısa dönemli olacaktır. Sorunun çözümü bir “zihniyet dönüşümü”nde yatsa da, bunun sağlanması yılları alsa da artık bir yerlerden başlamak gerekmektedir.
Eğitimin öğretmenlerden kaynaklanan sorunları tamamen maddi değildir, eğer öyle olsaydı bir hükümet döneminde öğretmenlere ek olarak verilen %37’lik zam ile sorunların en azından bir bölümü çözülmüş olurdu. Şimdi, “öğretmenler bu kadar zor durumdayken, geçim derdine düşmüşken nasıl kendi eğitimlerine vakit ve para harcasın” demek de çok anlamlı değildir ve genellikle bu, kolay ve epey güvenli bir duygusal sığınma noktasıdır. Burada ancak şu söylenebilir, “öğretmenler bu öznel ve ataleti özendirici şartlar ortadayken neden kendi eğitimlerine vakit ve para harcasınlar ki?“
Böylesi eğilimlerin izleri tüm devlet kurumlarında olduğu gibi, tabi ki MEB içinde de mevcuttur. Bu kurumdaki atalet sisteminden beslenen öğretmenler de, “eğitim” söz konusu olduğunda bu “eğitim” kendilerini ilgilendiriyorsa üç maymunu oynamakta, başkalarını “eğitmek” işi ufukta belirdiğinde ise aslan kesilmektedirler. Ne yazık ki otoriterlikten türeyen bu zihniyet için “eğitim” ancak tecrübe ya da el yordamı ile kökleşmiş veya tedavülden kalmış “bilgi kırıntıları”nı öğrencilere, ama bir fırsat bulunsa tüm insanlığa, çoğu kez iyi niyetle, o da olmadı pek çok kez de zorla öğretilmeye çalışılmasıdır. Durum böyle olunca kendi bireysel gelişimlerine/eğitimlerine inanmayan, kendi eğitimlerine magazine, kozmetiğe, futbola veya borsaya ayırdığı vakti ayırmayan, bu amaçla para harcamayan öğretmenlerden beklentiler de o derece az ve kısa dönemli olacaktır. Sorunun çözümü bir “zihniyet dönüşümü”nde yatsa da, bunun sağlanması yılları alsa da artık bir yerlerden başlamak gerekmektedir.
Fakat
yine de asıl mesele, bu kademelendirmede geçilmesi gereken bir aşama olarak
alınan “uzmanlık” ve “baş öğretmenlik” kavramlarıdır. Öyle anlaşılıyor ki,
yapılacak bu sınavda başarılı olanlara bu kademedeki “sıfatlar”, yani “uzman öğretmen”
ya da “baş öğretmen” sıfatları verilecektir. O zaman şöyle bir durumla karşı
karşıya kalıyoruz: Siz alanınızda yüksek lisans (tabi ki “tezli” olanında) veya
doktora derecesi alacak, hatta doçentliğe kadar çıkacak, fakat bu sınavları
geçemediğiniz için ne “uzman” ne de “baş öğretmen” olacak, ne statülü bir okula
geçebilecek, ne de maaşınızda bu projedekine benzer bir iyileşme
yaratabileceksiniz. Üstelik altında “Türkiye Cumhuriyeti kanunlarının ve
uluslar arası sözleşmelerin tanıdığı bütün hak ve yetkilerden” yararlanabilir
yazan master ve doktora diplomaları, sizin kendi branşınıza geçmenizi bile
sağlamayacak. Türkiye’ye özel bu gülünesi durum o derece gerçektir ki, kansere
çare bulsanız, yazdığınız kitapla uluslar arası ödüller alsanız yukarıdaki atama
ölçütlerine uygun olmadığınız için bir Anadolu Lisesi’ne atamanız bile
yapılamayacaktır. Uzmanlığın üç saatlik bir sınavla ölçüldüğü ülkemizde
eğitimin asıl kanayan yarası budur. Öğretmenlerin öğrencilerine “çalışmıyorlar”
derken kaçılan kolaycılık tarzı, öğretmenlere gelince işlememektedir. Peki
öğretmenler “çalışıyorlar mı?”
Bu
sorunun yanıtı “evet”tir. Öğretmenler gerçekten büyük özveri ile
çalışmaktadırlar. Çünkü öğretmenlerden “çalışma” adına beklenen, okula gelip
gitmesi, yüzlerce sayfayı bulan plânlar içerisinde boğulmak (meselâ ben bu
plânlara geçen yıl iki topa yakın kâğıt harcadım; müsveddeler hariç), bitmek
tükenmek bilmeyen kırtasiye işlerini yapmaktır ve öğretmenler gerçekten bunları
lâyıkıyla yapmaktadırlar. Üstelik bu işleri süsleyerek yapanlar “iyi öğretmen”
olarak da değerlendirilmekte, hatta maaşla ödüllendirmeler almakta ve özellikle
“sicil notu”nu çoğu kez sadece bu kırtasiye işlerinin “güzelliği” tek başına
belirlemektedir.
Öte
yandan, maddiyat söz konusu olduğu için belirtilmelidir ki, bugün alanlarında
yüksek lisans derecesi alanlar ek ders ücretlerini %25, doktora derecesi
alanlar %50 fazla olarak almaktadırlar. Yine yüksek lisansını bitirenlere 1,
doktorasını bitirenlere 2 kademe verilmektedir. Bu da toplam 1 derece etmekte
ve doktorasını bitiren öğretmenin, öğretmenlik yapan ve aynı zamanda göreve
birlikte başladığı “ziraat mühendisi” arkadaşını ancak yakalamasını
sağlamaktadır. Yılda on ay ek ders alındığına (tabi bir ek ders alıyorsanız) ve
bu paranın yüksek lisans mezunları için ayda 20 ile 40, doktora mezunları için
40 ile 60 milyon arasında değişen miktarlara denk geldiği göz önüne
alındığında, öğretmenlerin akıllarından zorları yoksa (?) kendi alanlarında
kendilerini geliştirmek ya da sadece bu miktarlardaki ücretleri fazladan almak
için yüksek öğrenimlerine devam edeceklerini düşünmek epey iyimserlik olur. Bir
kere ödenen bu para sizin eğitiminiz için harcadığınız parayı ancak yedi-sekiz
yılda geriye getirir. Harcadığınız emeği ne ile geri alacağınız da büyük soru
işaretleri taşır. Tabi uykusuz geceler, tatilsiz tatiller ve ortaya çıkan
kalıcı hastalıklar da cabası!... Alanlarında akademik çalışma yapan
öğretmenlere reva görülen ortadayken, “öğretmenler çağın gerisinde” demek yasa
koyucuların çelişkisidir. Eğitimi, eğitimciler desteklemeyecekse bunu kim
yapacaktır?
Burada
sırası gelmişken şu soru da sorulabilir: Anadolu ve Fen Liseleri’ne seçilip
gelen öğrencilere eğitim verecek öğretmenleri ne rasyonellik ne objektiflik ne
çağın gerekleri ne de hakkaniyet ölçütleriyle ele alınacak kriterlerle atayıp,
sonra da “çağdaş eğitimden” bahsetmek de biraz garip değil midir? Meselâ,
geçenlerde yayınlanan bir genelge ile bundan sonra Fen Liseleri’ne öğretmen
alımlarında “ikinci nitelik” olarak “alanında bilimsel bir eser yayınlamak”
ölçütü getirildi. İlginçtir “birincil nitelik” hâlâ “hizmet puanı” olarak
kaldı. Hatta yine yakın zamanda Talim Terbiye Kurulu’na atanacak öğretmenler
yüksek lisansını ve doktorasını sürdüren öğretmenlerden seçildi. Bu çok yerinde
uygulamaları yapan erk, bunu yaparken Fen Liseleri’ndeki öğretmenlerin beş yıl
içerisinde alanlarında yüksek lisans yapma zorunluluklarını kaldırdı. Üstüne
üstlük, Ankara’da yapılacak bir yazılı sınav ile illerde kurulacak
kurulların yapacağı bir mülakat ile bu
okullara öğretmen alınacağını ilân etti. İşte ülkemizin bir sorunu daha, bir
yere talipseniz önünüze bir sürü standartlar konur, fakat kimse yerine talip
olunanlardan bu standartları talep etmez veya orada bulunmanın niteliksel
karşılıklarını istemez. Yine de Fen Liseleri’nde çalışan öğretmenlerden bazı
kriterler istenmekle birlikte bunların hangi şartlarda değerlendirildiği soru
işaretleri ile doludur. Atalet ve
niteliksizleşme bundan daha fazla nasıl destekleyebilir ki?
Eğer
öğretmenlere “eğitimci” diyorsak ve “eğitim”i kutsayacak kadar önemsiyorsak,
seçim için kullanılan tüm ölçütler, atama yapılacak yerlerin konumları
farklılıklar gösterse de, öğretmeninden il milli eğitim müdürüne kadar herkesi
kapsamalıdır. Meselâ, kaç tane ilin milli eğitim müdürü yabancı dil
bilmektedir? Ya da lisans eğitimi dışında yüksek eğitim almışlar mıdır? Yine de
MEB içerisindeki şube müdürlerinin belli bir kadro üzerinden atanması ve
görevlendirilmesi, okul müdürlüğü için “müdürlük sınavının” olması olumlu ve
liyakat açısından önemli uygulamalar olarak alınabilir.
Eğitim camiasında öğretmen ve idarecilerin hangi kademeye nasıl geleceği belirlenirken, akılcı, objektif, çağdaş ölçütler kullanılmalıdır. Bu ölçütleri önem sırasına göre şöyle sıralayabiliriz:
Eğitim camiasında öğretmen ve idarecilerin hangi kademeye nasıl geleceği belirlenirken, akılcı, objektif, çağdaş ölçütler kullanılmalıdır. Bu ölçütleri önem sırasına göre şöyle sıralayabiliriz:
a) Eğitim düzeyi ve yılı,
b) Konusunda bilimsel eserler/makaleler/projeler üretmesi,
c) Yabancı dil düzeyi,
d) Teknoloji kullanımı ve bilgisi,
e) Hizmet içi seminerlerine katılımı,
f) Yöneticiler için, yöneticilikte geçen hizmet yılı.
Bu standartları/ölçütleri belirledikten sonra, bunların hangi konum ya da yer için geçerli olacağı da tespit edilmelidir. Ölçütlerin böylelikle ortaya konmasını takiben, bunun kadar önemli bir şey de bunların arkasında durabilmektir. Eğer bugün hepimiz, hiçbir standardın olmamasından, her kurumda politik patronaj ilişkilerinin, torpilin almış yürümüş olmasından rahatsızlık duyuyorsak, eğitimden sağlığa, ekonomiye kadar ülkeyi bu duruma getiren bu bataklığı kurutmak için artık bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Bunun başarılması durumunda, hiç de kolay olmamasına rağmen bir “zihniyet dönüşümü” için ilk adımların da atılmış olacağı söylenebilir.
Sonuç
Sonuç olarak, hangi kurum olursa
olsun, kurum olarak kalması değil de “kurumlaştırılması” düşünülüyorsa,
öncelikle bu kurumda bir “liyakat sistemi”nin kurulması, bu sistemin içerisinin
de akılcı, objektif, kişisel gelişimin önünü açan, bilginin tecrübeyle bir
hesabının olmadığı, demokratik ve hakkaniyete dayalı ölçütlerle doldurulması
gereklidir.
Bu
yapıldığı taktirde, o kurum üzerindeki tartışmalar azalacak, kurumun meşruiyeti
ve güvenilirliği sağlanacak, kurum içerisinde yönetim, atama ve yer
değiştirmeden sorumlu kişilerin işlemleri de o derece az sorgulanacaktır. Sırf
bunlar bile o kurumun içerisindeki insanların çalıştıkları kurum ile
özdeşleşmelerini ve bu kurumda çalışmaktan gurur duymalarını, onun meşruiyetini
sorgulamamalarını, kendi bireysel gelişimlerine zaman harcamalarını,
bilgilerini hevesle öğrencileri ile paylaşmalarını, mesleklerini sevmelerini,
bir nitelik kazanmalarını ve geleceğe umutla bakan öğrenciler yetiştirmelerini
sağlayabilir.
Tabi sac
ayağının bir ucu olan sendikalar da burada üzerine düşeni yapmalıdırlar.
Sendikalar, hükümet ile sadece ve sadece “para pazarlığı” yapan, ücret zamları
üzerindeki yüzdelerin içine sıkışıp kalmış olan, en kötü sendikacılık şekli
“ekonomik sendikacılığı” bir kenara bırakmalıdırlar. Sendikacılık, biraz da
öğretmenlerin kişisel niteliklerinin gelişimi önündeki engelleri kaldırma,
başarıyı ve liyakatı savunma, bunu kendi iç sistemlerinin de bir parçası yapma,
en önemlisi de tüm bunları bir “değer” olarak görebilmektir.
Yaşadığımız
günler ataletin ve niteliksizliğin değil, çalışmanın ve kendini geliştirmenin
önemli olduğu, kurumlaşmanın sağlıklı bir sistemin vazgeçilmezi sayıldığı bir döneme denk gelmektedir. Bu nedenle,
ülkemizde neden “bilim üretilmediği”nin ve ülkenin yetişmiş beyinlerinin neden
ülke dışına çıktığının yanıtlarını da bulmak ve çözmek zorundayız. Ve öyle
sanıyorum ki, bu “göçün” nedenleri sadece maddi temellere dayanmamaktadır. Eğer
gazetelerde yer alan, Dünya’nın bir yerinde bir buluş yapmış “müthiş Türk”
haberlerinden rahatsız olanlardansanız, artık bir yerlerden başlamanın zamanı
gelmiş demektir. “Eğitime %100 destek” biraz da böyle bir şey olsa gerek, öyle
değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder