7 Temmuz 2012 Cumartesi

SOSYAL BOYUT UNUTULMASIN

(08/04/2004 - RADİKAL) 

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) içinde son yıllarda, özellikle bu yıl öğrencilerden kaynaklandığı düşünülen bazı sıkıntıların çözümüne yönelik çabaların yoğunlaştığına şahit olmaktayız. Oldukça kötü ve otoriter bir kavramla tanımlanıp 'davranış bozuklukları' olarak adlandırılan öğrenci davranışlarını, yine aynı otoriter kavramlaştırmanın diliyle söylersek, 'düzeltmeye' yönelik olduğu görülen bu çabalar, bu yılki çalışmalarla değişik bir boyut kazandı. 

Acil bir-iki atama
Öncelikle MEB, bu konuda oldukça cömert davranarak, öğrenci davranışlarından kaynaklandığı varsayılan bu sıkıntılara bir çözüm olabileceği düşüncesiyle mevcut okullara acilen bir-iki 'rehber öğretmen' atama kararı almış bulunuyor. Ayrıca, bu ihtiyacı karşılamak amacıyla yan branşlardan da (felsefe, sosyoloji gibi) atamalar yapıldığını veya görevdeki öğretmenlerden 'uygun' olanlarının branş değişikliği yoluyla açığın kapatılmaya çalışıldığını da görüyoruz. Bunun yanı sıra, rehberlik araştırma merkezlerinin kurulduğunu ya da mevcut olanların daha fazla işlerlik kazanmasına yönelik çalışmaların hızlandırıldığını da izlemekteyiz. Dahası bu çalışmalar, öğretmen, öğrenci ve velileri de kapsayan programlarla da desteklendiği gibi, ilk bakışta hemen herkesin görmek istediği uygulamalar olarak karşımıza çıkıyor.
Öte yandan, MEB içinde yapılan bu çalışmaların nedeni olarak tek bir kavram ile karşılaşıyoruz: Psikoloji... İyi niyetle ele aldığımızda ve ülkemizde 'psikoloji' kavramının son 10 yılda geldiği popüler noktayı da göz önünde tuttuğumuzda, bu yönelim ve ilginin eğitim alanına da sirayet edebileceği, üstelik orada da yansımalar yaratabileceği kabul edilebilir bir şey olabilir. Sonuçta, eğitim ve psikoloji sürekli etkileşim içinde olan iki yakın alandır ve bu iki alanın aktörleri de birbirleri ile daima sıkı ilişkiler içerisindedirler, diyerek anlamaya çalışsak bile, yine de asıl anlaşılmaz olan bunun MEB içerisinde biricik 'eğitim şekli' halini almış/alıyor olmasıdır. 

Kurslar
Öyle ki, bu yıl değişen 'ünitelendirilmiş yıllık plan' adlı planlamalarda psikolojinin kodlarının kullanıldığına, 'çoklu zekâ kuramı' adlı 'kuram'ın idealleştirildiğine, rehberlik seminerlerinin birer rehabilitasyon seansına dönüştüğüne şahit olduğumuz gibi, tüm hizmet içi kurslarda kerameti kendinde saklı 'vücut dili', 'matematiksel zekâ', 'pozitif düşünce', 'öfke kontrolü', 'vücuttaki enerji' gibi psikoloji kavramlarının da eğitim alanını ve onun aktörlerini etkisi altına aldığını görüyoruz. Ayrıca, burada sözü edilen durumun sadece 'etki altına almak' pozisyonunda kalmadığı, artık aksi düşünülmez gerçeklikler haline gelerek insanlar üstünde otorite biçimleri ürettiğini özellikle belirtmeliyiz. Esas dikkati çeken ve üzerinde düşünülmesi gereken durumun, MEB'in Unicef ile beraber yürüttüğü ve okullarda uygulanan 'Psikososyal Okul Projesi' çalışmasında yattığı görülüyor. Bu çalışmaya bakarak psikolojinin eğitim alanında giderek artan etkisi üzerine bir şeyler söyleyebiliriz.
Öncelikle, bu çalışmanın basılı el kitabının giriş bölümünde programın, 1999'daki Marmara depremi sonrasında, depremi yaşamış kişiler üzerinde uygulandığı belirtiliyor ve bu 'travmatik davranışlar'ın yetişkinler gibi çocuklarda da davranışsal/duygusal tepkiler ortaya çıkarabileceği gibi akla uygun önermeler getiriliyor. Programın amaçları, uygulanması ve organizasyonu bölümlerinde yüzeysellikle ilgili veya yöntemsel itirazlarda bulunulacak yerler bolca olmasına rağmen, asıl problemin 'travma'yı ortaya çıkaran etkenler, bununla başa çıkma yolları üzerinde düğümlendiğini görüyoruz. Çalışmaya göre 'travmatik olaylar' olarak, deprem, sel, yangın, taciz, trafik kazası, ölüm gibi durumlar belirtilirken, uzun uzun sıralanan pek çok 'travmatik davranış'ın da bunlar sonucunda ortaya çıktığı öngörülüyor. El kitabında travma ve sonrasında ortaya çıkan davranışlar 'normal' tepkiler olarak belirtilmiş olsa da, program sunulurken bu tepkiler, travmayı yenmeye muktedir psikolojik danışmanlar tarafından, 'rahatsızlık/hastalık' şeklinde aktarılıyor. 

En önemli itiraz noktası
Buradaki itiraz noktalarından birincisi ve en önemlisi, programın bu yönüyle adının aksine 'sosyal'i ıskalamış sosyalsiz bir psikoloji içeriyor olmasıdır. Bunu da şuradan anlıyoruz ki, ne programın sunulmasında ne de el kitabında 'travmatik davranışlar'ı ortaya çıkaran biricik olaylar olarak sadece ve sadece yukarıda sıralanan 'özel durumlar' belirtiliyor. Yani bu şu yargıya ulaşıyor, böylesi 'özel durumlar' ortaya çıkmasa ya da yaşanmasa ne yetişkinlerde ne de çocuklarda 'travma/travmatik davranışlar' ortaya çıkmayacak.
Oysa işin sosyal tarafı bize bunun hiç de böyle olmadığını söylüyor. Çünkü, günümüz toplumlarında (modern/postmodern/araftakilerde), toplum yaşamının kendisi 'travma' üreten bir yapıdır. Bu yapının insanı her şeye yabancılaştırdığı, bürokrasinin içerisindeki rasyonalitenin bireyleri mekanikleştirdiği 100 yıldır biliniyor. Kapitalizmin bireyinin
eleştirisi üzerine bir dolu külliyat varken, şiddet içerikli yazılı ve görsel yayınlar, izleyenleri ıskalayıp sadece yayının konusu olanları mı travmayla karşı karşıya bırakıyor?
Yaşamda ayakta kalma çabası, göç, savaş, şehir yaşamının zorunlulukları hiç mi travmaya yol açmıyor? Ekonomik, kültürel, dini, politik/ideolojik baskılar hiç mi böylesi tepkiler oluşturmuyor? Otoriterliğin kültürel bir biçim olduğu, her türlü şiddetin (sözlü/fiili) yemek-içmek gibi doğal karşılandığı bir ülkede 'travmatik davranış' için illaki depremin mi olması gerekiyor? Çatılara çıkan, kendisini yakan insanları gördüğümüzde bunların tacize uğradıklarını mı düşüneceğiz? Satılan tüm ilaçların üçte birinin sakinleştiriciler olması, yangınların ve sellerin oranının arttığını mı gösteriyor? 

Ayrılmaz sonuçlar
Burada, travma başka, depresyon, histeri veya nevrotik davranışlar başka etkenlerin sonucunda ortaya çıkar, süreçleri, sonuçları farklıdır demenin de anlamı yoktur. Günümüz insanlarının ruhsal durumlarının ortaya çıkardığı sonuçları birbirinden ayırmak da, bunun bir ekonomik-sosyal yapı sorunu olduğunu görmemizi engellemektir.
İkincisi ise böylesi sosyalsiz bir psikolojinin giderek, psikolojinin içerisinde gizli disipline edici kodlarla birleşip eğitim alanını işgal ediyor olmasıdır. Davranışı 'sosyal'den sıyırıp bireyselleştirmek ve 'bozukluk' olarak nitelemek, 'travma'yı ise çözülebilecek bir durum olarak görüp bunun çözümüne talip olmak, sadece asıl iktidarın gücünü artırmakla kalmıyor, küçük iktidarlar yaratıp kendine ait dilini de oluşturuyor. Sonrasında da tüm bu ayıklama metotları eğitim içerisinde kavramıyla, uygulamasıyla, diliyle dogmalaşıp herkes üzerinde baskı araçlarına dönüşüyor.
Öyle görünüyor ki, MEB'deki çalışmaları organize eden kişiler, psikoloji kitaplarının dört dörtlük dünya kurgusundan, tüm sorunların yükünü ekonomik ve politik yapıdan özenle sıyırıp zavallı bireylerin sırtına yükleyen dilinden ve bireyin tedavisini toplumun sağlığının başlangıcı olarak gören tasavvurundan oldukça etkilenmiş görünüyorlar. Yine de burada, bu popüler kitapların yabancı yazarları ile onların yerli takipçilerinin okunduğu iştahla, modernite ile birlikte psikolojinin 'hapishanenin doğuşu'na nasıl katkı sağladığını ustalıkla yazan Michel Foucault'nun da okumasının yararlı olabileceği düşünülebilir. Belki böylelikle her okula rehber öğretmen (hem de en donanımsız olanlarından) atamanın öğrencilere gözlem dosyaları düzenlemek ile olan ilişkisi anlaşılır olabilir. 

İthal ve zorlama
Bir başka sorun da programın uygulanmasında karşımıza çıkıyor. Bu tür programları sunanların, anlattıkları çalışmaya hâkim olmaları, metni kutsal dizeler haline getirmemeleri, ama, daha da önemlisi eleştirel olmaları gerekir. Böylece sundukları metinle bütünleşmelerinin önüne de geçilebilir. Çünkü anlatılan metnin aynı zamanda eleştirilmesi bir çeşitliliktir, yeni düşüncelere kapı aralamak ve literatüre katkıdır. Bu sağlanırsa ithal ve zorlama birçok program ve kavramın yeniden gözden geçirilebileceği düşünülebilir.
MEB'in travmayla bu savaşında ulaşacağı sonuçların hangi eğitim yarasının merhemi olacağı da belirsiz. İddialı gelebilir, ama, hiçbir rehber öğretmen veya psikolog, kendisi de bu sorunların içerisindeyken, insanların sosyal/eğitimsel yaralarının çaresi olamaz. Burada tek net sonuç, rehber öğretmen ve psikolojik danışmanlarda görülecek 'motivasyon kaybı'dır. Rehberlik araştırma merkezlerine yollanan, oradan 'kaynaştırma eğitimi' sonucuyla sınıfa dönen binlerce çocuğun tüm sosyal sorunları bütünlüklü olarak ele alınmadıkça, böylesi çalışmalar bu merkezlerin istatistik oranlarıyla ilaç firmalarının satışlarını artırmaktan öteye gitmez. Son olarak şu söylenebilir: Amaç, bir duygusal sığınma söylemine dönüşen 'bir çocuğu bile kurtarmaksa' kimsenin sözü olmaz. Fakat, sosyal sorunlardan kaynaklanan davranışların çözümünü psikolojinin uysallaştırıcı ve disipline edici ellerine bırakmak da düğümü çözmek değil, düğümün açıkta kalan uçlarına bir düğüm daha atmak olur. Sosyalsiz bir psikolojinin yöntemleriyle eğitim sorunlarına karşı açılacak savaşın sonuçları, Don Kişot'un değirmenlere karşı verdiği savaşın sonuçlarından ağır olabilir. MEB'in bunu da incelikle düşünmesi gerekmektedir!

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=707122&CategoryID=99

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder