Bir dostumuzun akrabasının
cenazesini defnetmek için Dersim’den Kırmızıköprü’ye doğru yola
çıktığımızda ölüm ile yaşam arasında insanı düşüncelere sevk eden bir
yerlerdeydim. Hani o başkalarının ölümünü uzaktan izleyip başını çevirip giden,
arkadaşlarının ölümlerinde garip bir yaşam muhasebesine giren ve sonradan
kendince asla tutamayacağı sözler veren, yakınlarının ölümlerinde ise kendi
ölümünü görüp irkilen günümüz insanı tavrıydı aslında benimkisi.
Köylük yerde cenazenin oldukça
kalabalık olması “benim cenazeme de bu kadar insan gelir mi?” şeklinde bir
başka şehirli muhasebenin içine yuvarlarken insanı, dualar ve ağıtlar arasında
defin işlemi gerçekleşti. Olayın ruhanî boyutu bittikten, büyük sırra eren bir
başka beden de toprağa emanet edildikten sonra, cenazenin katılımcılarıyla
farklı sohbet imkânları doğdu. Bu sohbetlerden birinde, mezarlığın bulunduğu
yerin, mezarlık olmasının dışında kutsal bir mekân olduğunu öğrendim.
Etraf sobalık odun doluyken, köylülerin o mevkiden küçük bir dal dahi olsa
herhangi bir odun parçasını, uğursuzluk getireceği inancıyla, evlerine
götürmediklerini şaşkınlıkla dinledim.
Şaşkınlıkla diyorum, çünkü
geleneksel kutsallıkların lanetlenip yerlerine modern ve aslında daha katı
kutsallıkların inşa edildiği şehirli topluluklara ait insanlar için bu yerel
inanç figürü, çok da anlamlı değildi.
Bundan çok yıllar önce böyle bir durumla karşılaşsam, o mevkiden bir
odun parçasını alıp götürmenin pozitivist hazzını da gayet güzel
yaşayabilirdim. Ama öyle olmadı, asırlık meşe ağaçlarının gölgesinde, kayaların
yamacından buz gibi fışkırıp çıkan bir suyun hayat verdiği, yeşilin en güzel
tonlarının rengarenk çiçeklerle donatıldığı, inanılmaz sessiz, doğa harikası
bir yerde dalıp gitmiş hayata dair düşünürken, karşı tepede bütün bu
güzelliklere tezat bir medeniyet yuları ile göz göze
geldim.
Tüm bu doğal güzelliklere inat,
karşı tepede metalik rengi ve büyüklüğü ile kocaman bir Turkcell baz istasyonu
durmaktaydı. Heybetini “çekim gücü”nden alan bu çelik direk, mekâna bir o kadar
aykırı, doğaya ise bir o kadar tezattı. Sonradan bana anlatılan olay ise, işte
bu yazının ortaya çıkmasına sebep oldu.
Reklâmlarında yüzlerce kilometre
ötedeki oğlunun/kızının sesini duyduğu için gümüş dişleriyle bir ağız dolusu gülen
“mutlu köylüler”i gördüğümüz, karnının doyup doymadığını sormadan elektriği
kesilen köylü yavrucağın “çekim gücü” ile yarınki dersini bitirmesini sağlayan,
yine aynı reklâmlarda kültüre ve geleneklere saygı temasını işleyen bu şirket,
yakın zamana kadar Alevilik inancının kutsal mekânlarından olan Tume Hızır’daki
(Hızır tepesi), Dara Hızır’ı (Hızır Ağacı) kesip, yerine bu çelik direği
dikmişti. Köylüler bunu öğrendiğinde ise, iş işten geçmişti. Geride ise
kızgınlık, kırgınlık, çaresizlik ve yüzyılların getirisi olan dışlanmışlığın
bir örneğinin daha suskunlukla içe akıtılarak yaşanması kalmıştı. Belki de
Dersim tarihi için bir milat olan 1938’den beri yaşanan acıların yanında bu
sadece çok küçük bir acıydı. Fakat bu topraklar hep irili, ufaklı acılarla mı
yoğrulmalıydı? Sünnî inanç mekânları için aslan kesilen muktedirler,
topraklarındaki diğer farklı inanç kesimlerinin kutsal mekânlarına da aynı
saygıyı göstererek kendi insanlarının gözünde daha sağlam bir yere gelemez
miydi? Veya neden gelmek istemiyorlardı?
Sorular uzayıp giderken, olayın
bir de kâr boyutu var tabi ki. Günümüzde iletişim hakkı adı altında herkes
sabit müşterilere dönüştürülürken, hizmet adı altında da her yere baz istasyonu
diken şirketlerin müşteri portföyünü genişletilmeye çalışıldığına şahit
oluyoruz. Bugün bu kapitalist saldırı biçimlerinin, Alevilik inanç sisteminin
tüm sembol, figür ve ritüellerinin adım başı görüldüğü bu kutsal topraklarda,
özellikle son dönemde, olanca hızıyla devam ettiği zaten biliniyor. Bu doymak
bilmez saldırı cephesi, “elektriği, telefonu kullanmayın o zaman” demagojisi
eşliğinde, medeniyet ve “modern dünya”nın sorunlu ihtiyaçlarını kendi yok
ettiklerine gerekçe gösteriyor. HES projeleri ve baraj yapımları ile pek çok
kutsal mekân ya sular altında kalıyor ya da bir dozerin paletleri altında ortadan
kaldırılıyor. Bu yöreye ait ve araştırılmayı bekleyen hayvan, bitki ve böcek
türleri de bütün bu tahribattan fazlasıyla payını alıyor. Tabi ki, 30 yıldır
süren savaşın bölgedeki korkunç izlerini de anımsamamak elde değil.
Tume Hızır’da olduğu gibi,
Marx’ın “kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser” öngörüsünün fiilen hayata
geçtiği bu kutsal inanç mekânlarında, saçma sapan bir “özgürlük” anlayışı ile
iletişim hakkı diye bir kavram özgür tutsaklara pazarlanıyor. Keza,
telefon ile iletişimin insanları birbirlerine bağlamadığı, bilakis ayırdığını,
artık birilerinin yüksek sesle anlatması gerekiyor. İnsanların birbirlerini
yılda birkaç defa görmek, ziyaret etmek yerine, şehirli kolaycılığı ile bu
sıkıntıyı bir mesaj veya arama ile üzerlerinden attıkları yeterince açık değil
mi? İnsanların sevdikleri ve dostlarıyla yaptıkları bir sabah kahvaltısının
tadını hangi mesaj verebilir, meselâ?
Dahası, Dünya’nın her yerinde
olduğu gibi burada da yerel inanç sistemlerine ait kutsal bir figürü “işlevsiz”
bulan küresel sermaye, o figürü ortadan kaldırarak kendince “işlevli” olanı
alâ-û vâlâ ile onun yerine koyuyor. Yüzyıllardır “kutsal” kabul edilerek mum
yakılan, niyaz edilen, dua okunan, adak adanan bir ağacın yerinde, artık orada
kaç yıl duracağı bile belli olmayan iletişim özgürlüğünün postmodern kutsalı
olmuş, işlev abidesi şeklinde parıldayan bir çelik direk yükseliyor.
Babaannemin kendi babaannesinden
kalan bakır leğenleri, açıkgöz bir satıcı aracılığıyla plastik leğenlerle
değiştirdiğini anımsıyorum. Köylü bir kadın için bu “yenilik”, belli ki onun
için çekici modernlik vaatleri ile doluydu. Hatta işlev aynı gibi görünüyordu,
ama o işlevin ömrü hiç de aynı olmadı. Senesi dolmanda plastik leğenler
yırtılınca, modern dünyanın renkli rüyası da bitivermişti.
Bugün Dersim coğrafyasında
nehirler göl oluyor, Munzur suyu potansiyel bir bataklık, gözeler HES
kelepçesiyle tutsak alınıp, ağaçlar su altı bitkisi haline getiriliyor.
Modernizm, Post versiyonunu vizyona çıkarırken, kapitalizmin aklanıp paklanıp
pazarlanmaya çalışılan adı, küreselleşme oluyor. Dolayısıyla Tume Hızır da,
postmodern adıyla Tume Turkcell’e dönüşüyor. Bize de bir zamanlar dilek dilemek
için bez bağlanan Dara Hızır’ın yerinde yükselen çelik direğe, insanlığın
teslim bayrağını çekmek düşüyor. Zygmunt Bauman’ın günümüzdeki durumu anlatmak
için yazdığı şu cümlede olduğu gibi: Elimizden bir şeylerin kayıp gittiğini
görmek ama engel olamamak. İşte bütün mesele bu!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder