silâhı.
Büyüklerin bu koltuk
değneğine
ihtiyacı var mı?...”
Cemil
Meriç (Bu Ülke’den)
(07/01/2004-RADİKAL)
İçinde
yaşadığımız dönemi tanımlamaya dair tüm sorulara hemen hemen herkes tarafından
verilen bütün yanıtlar, artık bir tek kavrama açılıyor:Bilgi Toplumu...
Cumhurbaşkanından başbakanına, politikacısından işadamına, askerine ve tabi ki
kim olduğunu bir türlü çözemediğimiz şu meşhur “sokaktaki adam”a kadar herkes
bu kavramı kullanıyor. Fakat, bu gibi kavramları sadece olur olmaz her yerde
kullanmakla kalmak, kavramların ifade ettiği anlamı/anlamları da örtüyor,
görünmez kılıyor ve en nihayetinde ortadan kaldırıyor.
Aslında
burada, ne kadar “bilgi toplumu” olduğumuz ya da “bilgi toplumu” nasıl olunur
gibi bu sütunları aşacak tartışmalardan ziyade, “bilgi”den ne anladığımızın,
bilgiye nasıl ulaştığımızın, “bilgililer”in kim olduğunun konuşulması
gerekmektedir ve bu satırların yazarı da asıl sorunun bu olduğunu düşünmektedir.
Öyle ki, sanılanın aksine yakın gelecekte “bilgi toplumu” falan olamayacağız, çünkü
biz “tecrübeliler toplumu”yuz, hatta kulağa daha hoş gelen şekilde söylersek,
sonsuza kadar yaşatılacak bir “tecrübeliler cumhuriyet”ine sahibiz! Peki
öyleyse nedir bu tecrübe?
Bir İnsan İlişkileri Biçimi Olarak Tecrübe
Lafı uzatmadan söylemek gerekirse, ülkemizde “bilgi/bilgili” demek “tecrübe/tecrübeli” demektir. Buna göre tecrübe, bilgiyi kapsar, içerir; onun sonucu değil başlangıcıdır. Bilgi tecrübeden çıkar ve şekillenir. Aralarında tecrübeden yana, tek taraflı bir akış vardır. Öğrenmenin bilinen tek yolu tecrübedir; tecrübe edile edile, deneye yanıla öğrenilir, bu yönüyle de tecrübe bir “öğrenme” şeklidir. Böylelikle, tecrübe edilenin sonucunda elde edildiği düşünülen bilgi türü, en yüce değer haline gelir, bu bilgi kırıntıları da adeta kutsanır. Bu açıdan tecrübe, bilgiye ulaşmaya niyeti ve azmi olmayanların sığındığı en son ve en “güvenli” limandır.
Yine tecrübe bu yönüyle, bir insan ilişkileri biçimidir. İnsanlar, özellikle iş yaşamında, kendilerini ya da diğer kişileri anlatırken ne kadar “tecrübeli” olduklarından bahsederler; asıl anlatılmak istenen ise, tecrübenin barındırdığı düşünülen “bilgili”, “yetkin”, “olgun”, “iş bitiren” gibi (ve daha nicesi) değerlere sahipliktir. Bu nedenle tüm “tecrübeliler” aynı dili konuşurlar. Baba çocuklarına, müdür astlarına, antrenör oyuncularına, usta çıraklarına, komutan erlerine sürekli aynı dil ile seslenir:Ben tecrübeliyim...Bu nokta, tecrübenin, geleneksel kültürün içerisinde saklı itaat kodları ile birleştiği yerdir ve çoğu kez ataerkilliği besler.
Öte yandan, sosyalleşme içerisinde öğrenilen pek çok kavramdan biri olan tecrübe, doğrudan yaşa dayandırıldığı zamanlarda yanına bir de “saygı”yı katar. Tecrübeyle kazanıldığı düşülen bilgi, saygı ile birleşince ona saygı gösterilmediği düşünülen her durum, bazıları için kâbusa dönüşebilmektedir. İşte “tecrübeliler”in otoriter yüzü de burada ortaya çıkar, sizi her durum ve şartta, çoğu kez de zorla, saygıya çağırırlar.
Diğer yandan, bu kadar karmaşık ve çok yönlü yaşam içerisinde tecrübe ettiklerimizin bir sınırı, bir son noktası olmadığı için tecrübe de bitmek tükenmek bilmeyen bir süreç meselesi haline gelmektedir. Bu da sürecin hangi aşamasında olursa olsun o aşamasındakilerin, bu süreci/tecrübeyi yaşamamışlar üzerindeki iktidarını perçinler. Tecrübe tüm değerlerin üzerinde taçlandırıldığı için, en basit bir tecrübe etme olayı bile, hele de olumsuz şekilde sonuçlanmışsa, çoğu kez bunu daha önce tecrübe etmişlerin tecrübe etmemişlere karşı duyduğu garip “haz” şeklinde karşımıza çıkar ve bu bir iktidar biçimi olarak oldukça rahatsız edicidir. Burada “tecrübesiz” olarak adlandırılanların vahim durumu ise, “tecrübeli” mertebesine ulaşana kadar “tecrübeliler”in iktidarını onaylamak/onaylıyor görünmek zorunda kalmalarıdır. Yani bir nevi “sıramı bekliyorum” durumu!...
Oysa ki, sosyal dikotomilerin yol açtığı sakıncaların bilgisiyle yine de söylemek gerekirse, tecrübe “geleneksel toplumun bilgisi”dir. Okur-yazarlığın çok düşük olduğu, bilginin (çoğu kez de dini bilginin) belli ellerde saklandığı, zaten gündelik yaşamlarındaki pratik amaçlar için insanların bunlara pek de ihtiyaç duymadıkları geleneksel toplumlarda, tecrübe ile öğrenilenler en işlevsel öğrenme şeklidir. İşte bu nedenle, bu gibi toplumlarda yaşlılar (tecrübeliler), en önemli mevkilerde bulunurlar, sözleri can kulağıyla dinlenir, istekleri emirdir. Yıllar boyunca yaşadıkları deneyimler onlara gündelik yaşam içinde nasıl ayakta kalınacağını öğrettiği için, tecrübe biçimindeki bir bilgi şekli geleneksel toplumların olmazsa olmazıdır.
Tabi ki, özellikle belirtmek gerekirse, burada “bilgi” de tartışmalı bir durumdadır. Çünkü Türkçe’de “bilgi” o kadar geniş bir alanı kaplamaktadır ki, hemen hemen her şey “bilgi”dir. Ülkemizde “bilgi” ile “genel kültür”, hatta “haber” karıştırılmakta, bunların tümü “bilgi” başlığı altında sunulmaktadır. Hâl böyle olunca, “quiz show”lar “bilgi yarışması” olmakta, herhangi bir hayvanın adını bilmek bile, ne pratik ne de bir başka şekilde hiçbir yararı olmasa dahi, sizi “bilgili” yapabilmektedir. Halbuki “bilgi-knowledge”, bir yolculuktur ve bu yolculuğun içerisinde bilim, araştırma, emek, merak, keşif ve özveri vardır; nihayet “bilgi” de bu sürecin sonunda ortaya çıkar. Dolayısıyla tecrübe asla bu anlamdaki bir “bilgi” değildir ve tecrübenin bilgi ile bir hesabı olmamalıdır.
Bir Devlet Politikası Olarak Tecrübe
Eğer bu tecrübe meselesi,
sadece insanlar arasındaki gündelik ilişkilerde kalsa, tabi ki bu kadar şey
söylemeye de gerek olmayabilirdi. Fakat bu bir “devlet politikası” olunca,
boşluğa seslenmek dahi olsa, bir şeyleri söylenmek gerekiyor.
Öncelikle,
ülkemizde gerek bürokraside gerekse de devletin diğer kademelerindeki atama
veya görevde yükselme ölçütlerine baktığınızda birinci sırayı “hizmet yılı”
almaktadır. Hizmet yılı sonucunda “biriktirilen” “hizmet puanı” sizin “en
değerli hazinenizdir.” Geçip giden yılların verdiği tecrübe, sizi diğerlerinden
(tecrübesiz zavallılardan) üstün kılar. Çünkü hiçbir niteliğe sahip
bulunmasanız bile tecrübeniz size yetmektedir.
Hemen
örnek vermek gerekirse, “her işin başı” dediğimiz eğitim sisteminde, görevde
yükselme ya da daha statülü okullara (Anadolu ve Fen Liseleri gibi) geçişlerde
en başta gelen ölçüt “hizmet puanı”dır. Bunun böyle olmasının nedeni, tecrübeli
öğretmenin, iyi öğretmen olduğu düşüncesidir. Dolayısıyla, alanında yüksek
lisans/doktora yapmanın, bir çalışma/proje ortaya çıkarmanın, bir eser
vermenin, herhangi bir metni Türkçe’ye kazandırmanın, yani çalışmanın da bir
anlamı kalmadığı için atalet ve niteliksizlik ödüllendirilmektedir.
Bütün
bunlara rağmen, hâlâ öğretmenleri hizmet yıllarına göre “kademelendirmeye” ve
böylelikle maaşlarında ve statülerinde iyileşmeler yapmayı düşünen yasa
koyucular, sorunları anlamanın da ne kadar uzağında olduklarının örneğini verirler.
Mevcut durumda, bilgiyi, emeği, çalışmayı ve kendini geliştirmeyi desteklemek
şöyle dursun görmezden gelenler, “öğretmenler çağın gerisinde” deme hakkına da
sahip değildirler. Tecrübeyi bir nitelik, liyakat ve hatta kişisel gelişim
zannedenler, tüm devlet kademelerindeki ataletin yegâne sahipleridirler.
Bu
noktada devletin tecrübeye bu derece önem yüklemesi, tecrübenin bir
düzleştirme, birbirine benzetme, süreç içerisinde “eğitme”, bireysel gelişimi
engelleme yönüyle de ilişkilidir. Bu devlet politikası, birey olma/bireysel gelişimi
değil, tecrübe gibi herkesin az da olsa nasiplendiği kolektif bir değer altında
toplanmayı öngörür. Tecrübenin bu özelliği onu, olası eleştirilerden de korur,
gizler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder